Death Note – Yazdım Seni Kara Kaplıya!
“Anime’ye başlamak istiyorum, nereden başlayayım?” sorusunun beylik cevaplarında bir tanesi “Mutlaka Death Note ile başla!” oluyor. Elbette farklı cevaplar alacağınız durumlar olacaktır ama genel anlamda Death Note’un çok iyi bir anime olduğu konusunda bir ortak kanı varmış gibi görünüyor. Ben de bu yargıdan hareket ederek giriştim Death Note’a. Karışık duygular içindeyim doğrusu…
Death Note, Tsugumi Ohba tarafından yazılmış ve Takeshi Obata tarafından çizimleri yapılmış aynı isimli mangayı temel alarak 2006 yılında televizyona taşınmış 37 bölümlük bir çizgi dizi/anime. 3 tane filmden oluşan beyaz perde uyarlamaları ve dizisi de var. Şu dönemde televizyonun yükselen değeri Netflix de Death Note ile ilgili bir proje üzerinde çalışıyor, 2017’de izleyicilerin beğenisine sunulacak. Karakterleri cosplay yapanlar arasında da sıkça temsil ediliyor. Oldukça sevilen bir hikayesi var anlayacağınız, farklı mecralarda da farklı farklı yorumlanarak tüketicisi ile buluşmuş Death Note, bu popülerliği devam ederse daha da buluşmaya devam edecektir.
Hikayesi ile kabaca şöyle, Ryuk isimli bir Shinigami (Japon kültüründe ölüm tanrısı/ruhu, yaşayanları ölüme davet eden varlık gibi anlamları var), Shinigami dünyasında/boyutunda acayip sıkılmaktadır. Bu sıkıntısından kurtulabilmek için Ölüm Defteri’ni (Death Note) Dünya’ya “düşürür”. Defterin içine nasıl kullanılacağını yazar ve defterin bir insan evladı tarafından bulunmasını bekler. Ölüm Defteri, bildiğimiz, sade, kara kaplı bir defterdir ve çok basit bir çalışma mantığı vardır, deftere ismi yazılan kişi ölür. Yazan kişinin bir Shinigami olması da gerekmez, herhangi bir kişi deftere yazabilir ve 2 şartı yerine getirmesi durumunda ilgili kişi 40 saniye içinde nalları diker. Yazar, ismini yazdığı kişinin yüzünü (şahsen tanıması gerekmez, resmini görmek yeterli olur) ve gerçek ismini bilmelidir (takma veya sahte isim yazılırsa ölüm gerçekleşmez). Yazar eğer dilerse ölümün ne şekilde gerçekleşeceğini de deftere yazabilir ve eğer mümkünse ölüm yazılan şekilde olur, aksi halde veya herhangi bir detay belirtilmediyse ismi yazılan kişi sekte-i kalpten gider.
Ryuk’un Ölüm Defteri, Light Yagami isimli bir lise öğrencisi tarafından bulunur. Light, süper zekalı bir gençtir. Derslerinde çok başarılı, yaptığı tüm sporlarda şampiyon atlet, nüktedan ve de üstüne yakışıklı bir japon delikanlısıdır (bkz. Mary Sue). Light önce bulduğu defterin içinde yazanlara pek paye vermez ama denemekten de kendini alamaz. Büyük bir şaşkınlık içinde çalıştığını görünce de, Dünya’yı tüm kötülüklerden arındırarak oluşturacağı yeni düzenin tanrısı olmak gayesiyle yola çıkar/defteri doldurmaya başlar.
Light öncelikle sadece suçlu olduğunu bildiği kişileri (hapse girmiş ve kimlik bilgileri medyaya yansımış büyük/meşhur suçlular) öldürmeye başlar ama zaman ilerledikçe ve polisler peşine düştükçe kolluk kuvvetlerinin mensuplarını da öldürmekten geri durmaz. İş tabii hızla büyür, Light (kimliğini açık etmeden de) varlığını herkese açık eder, bazı çevrelerde popülarite kazanır (yaptıklarını beğenenler vardır) ve “Kira” kod adı ile anılmaya başlanır. Cinayetler tam gaz sürdüğü için onu durdurmak için uluslararası güvenlik teşkilatları bir araya gelir ve soruşturmayı yönetmek için “L” kod adlı süper zeki bir dedektif başa geçer. L ve Light süper zekalı üstün kişiler oldukları için birbirlerini alt etmek için 85 hamleyi önden hesaplayarak oynadıkları bir satranç/kedi-fare oyunun içine düşerler. Biz de izleyici olarak olan biteni heyecanla izlemeye koyuluruz.
Çizgi dizi öyle planlanmamış galiba ama aslında iki sezonu var gibi düşünmek lazım. Hikayede ciddi bir kırılmanın olduğu yere kadar yüksek tempolu ve heyecanlı ilk sezon ve onu takip eden oldukça pespaye bir ikinci sezon (zaten aralarına çizgi dizinin takvimiyle 4 yıl giriyor). Deah Note’un en başarılı kısmı heyecanlı olması bence, oldukça uzun bir süre temposunu tutturuyor. İşlerin nereye varacağını Light’ın ne hamle yapacağını, L’nin nasıl karşılık vereceğini izlerken “Vay vay vay” hissi geliyor. Bu yönüyle eğlenceli olmayı başarıyor.
Eski tip çizimleri var, öyle 3 boyutlu fırıldaklar, teknikler filan yok. Ben zaten o tarzı tercih ettiğim için keyif aldım. Duyguların aktarılması için abartılı renk kullanımları filan da var (her şey maviye boyanıyor bir anda mesela) ama gözü yoran veya anlatıma zarar veren şekillerde kullanılmamış. Görsel anlamda oldukça tatminkar buldum hatta. Müzikleri de fena değil, özellikle etkileyici bir tını çalınmadı kulağıma, ikinci sezonun jenerik müziği dışında rahatsızlık veren bir ezgi de yoktu.