Sihirli Bir Deniz Masalı: Song of the Sea
“Buraya gel, ey insanoğlu!
Bir periyle el ele ver
Denize, doğaya gel.
Çünkü Dünya, senin anlayabileceğinden çok daha fazla gözyaşıyla dolu.”
Sevenler bilir, açılışı şiirlerle yapılan filmler arasında vasat olanları ya da vasat bir hikâyeye sahip olanları neredeyse yok gibidir. Kelt mitolojisinden ve çeşitli anlatılardan beslenerek gönlümüzü fetheden Song of the Sea de, açılışı İrlandalı ünlü şair William Yeats’in Stolen Child şiirinden bir alıntıyla yapıyor.
Song of the Sea, kelimenin tam anlamıyla bir peri masalı. Büyülü atmosferi, müzikleri, Stüdyo Ghibli’den çıkmışa benzer hayali varlıkları, dünya tatlısı iki minik kardeş ve köpekleriyle bizleri sihirli bir deniz yolculuğuna çıkarıp bir süre orada bırakabilecek kadar da etkileyici.
Film, İrlanda menşeili bir animasyon stüdyosu olan Cartoon Saloon’un çizerlerinin elinden çıkmış İrlanda, Belçika, Danimarka, Fransa ve Lüksemburg yapımı bir eser. Filmin İrlandalı yönetmeni ve yazarı Tomm Moore aynı zamanda çok uluslu prodüktörler listesinde de yer alıyor. Oldukça kısıtlı imkânlarla çekilmiş ve dağıtımı da belli bölgelerde yapılmış bu filmin çizimlerinin de elle yapılmış olması, tıpkı diğer Cartoon Saloon filmleri gibi dikkat çekiyor. 2014 yapımı bu fantastik animasyon, 87. Akademi Ödülleri’nde En İyi Animasyon dalında bir de adaylık alıyor.
Film, bir deniz fenerinde yaşayan Conor, güzel eşi Bronagh, oğulları Ben, minik kızları Saoirse ve akıllı köpekleri Cú’nun hikâyesini anlatıyor bize. İkinci çocuğuna hamile olan Bronagh, küçük oğlu Ben’le birlikte bebeğin gelmesini beklemektedir. Bronagh, oğluna sık sık bir deniz şarkısı söyler ve birlikte tüm vakitlerini resmettikleri, hikâyelerini anlattıkları hayali bir dünyada geçirirler. Ancak bir gece Bronagh gizemli bir şekilde ortadan kaybolur ve geriye minik kızı Saoirse’yi bırakır.
Aradan altı sene geçer fakat ne Connor karısını unutabilmiş, ne de Ben annesini aklından çıkarıp minik kardeşine karşı sevgi besleyebilmiştir. Ben bütün vaktini köpeği Cú’yla ve annesinin kendisine bırakmış olduğu deniz kabuğuyla geçirir. Bu arada ne annesinden ne de ağabeyinden ilgi göremeden büyüyen Saoirse de hâlâ konuşamamaktadır. Bir gün, Saoirse’in doğum gününde, büyükanneleri şehirden arabasıyla onları ziyarete gelir. Çocukları böylesine yalnız ve tehlikeli bir şekilde adada büyüttüğü için oğluna sürekli kızan büyükanne, Saoirse için kendince güzel bir doğum günü hazırlar. Aynı gece Ben, kendisiyle oynamak için can atan minik kız kardeşini Mac Lir ve Baykuş Cadı olan annesi Macha’nın hikâyesiyle korkutur. Bunun üzerine ağabeyinden, annesinin bırakmış olduğu deniz kabuğunu alan Saoirse, deniz kabuğundan yükselen büyülü seslerle bir sandığa varır, sandığın kilidini açar ve burada bembeyaz, fok derisinden yapılmış bir palto bulur. Paltoyu giyip denize giden minik kızı bir fok sürüsü karşılar ve onu denize alırlar. Böylece minik kızın, tıpkı annesi gibi denizlere dönmeye can atan bir selkie (denizde fok, karada insan suretinde olan mitolojik varlık) olduğu anlaşılır.
Büyülü bir deniz yolculuğunun ardından, büyükannesi tarafından ıslak bir halde kıyıda bulunan Saoirse hastalanır. Zaten çocukların bu şekilde yaşamalarına tepkili olan büyükanne, onları şehre götürmeye karar verir. Ben buna şiddetle karşı çıkar ama Conor da razı olur ve aynı gece, içinde sihirli paltonun da bulunduğu kilitli sandığı ve anahtarını denizin derinliklerine yollar. Bu sırada büyükannenin şehirdeki evine giden çocuklar, burada son derece mutsuzdurlar, çünkü şehrin korkunç ve kalabalık yaşam tarzı onlara göre değildir ve yanlarına köpekleri Cú’yu almalarına bile izin verilmemiştir. Cadılar Bayramı gecesinde, Saoirse yine deniz kabuğunu çalar ve perileri uyandırır. Aynı gece, iki kardeş büyükannenin evinden kaçıp deniz fenerine, babalarının yanına gitmeye karar verirler. Ancak iki kardeşin, tüm perileri taşa çevirmeye niyetli kötü kalpli büyücü Macha ve baykuşlarından da kaçmaları, büyücünün kötü büyüsünü bozacak sandığa ve içindeki sihirli paltoya ulaşmaları ve tüm bunları yapabilmek için de sağ salim eve gitmeleri gerekmektedir.
Song of the Sea, mutlak iyinin ve kötünün olmadığı, masalsı bir hikâyeye sahip mitolojik eksenli bir hikâye olarak karşımıza çıkıyor. Yaz biterken kendimizi sahillere vurup, bol yıldızlı bir gökyüzünün altında denizin şarkısını dinleme isteği yaratıyor. Ve sırf bunun için bile seyredilmeye değer duruyor.
Şimdiden herkese keyifli seyirler.