The Dragon Prince – Politik Doğruculuk ile Bulanmış Tatsız Bir Renk Cümbüşü

Politik doğruculuk (Politically Correct) ve SJW (social justice warrior) terimlerine aşina mısınız? Terim olarak duymadıysanız bile son yıllarda etkilerini, özellikle popüler kültürün her alanında hissetmeme şansınız yok. En basitinden en bilindik karakterlerin etnik azınlık (en azından ABD’de azınlık), farklı ırk ya da farklı dinden olmaları hatta ve hatta karşı cinsten olmalarına şahit oluyoruz. Söylemeye gerek yok eşcinsellik de bu konuda zoraki bir şekilde ön plana atılan kavramlardan biri. Sarı saçlı iken siyahiye dönen süper kahramanlar, film ve dizilere illa ki serpiştirilen farklı etnik grup vatandaşları, kadın Dr Who, kadın Bond, kadın Thor vs gibi artık zorlama derecesinde diversity (çeşitlilik) çoğu ortalama izleyici/okuyucuya batmaya başladı.

Pek seviyor olsak da Netflix’in bu konunu bayrak sallayanı olduğunu görmek için dahi olmaya gerek yok. İçinde politik doğruculuk bulunmayan orijinal Netflix yapımı yok gibi bir şey. Bu noktada pek çok farklı lezbiyen ilişkiyi ön plana alan Orange is the New Black gibi yapımlar tutucu olmayan herhangi bir izleyiciyi rahatsız etmiyor. Öyle ya, bir kadın hapishanesinde, hele ki başrol karakterinin ilişkisi olan kadının uyuşturucu bağlantısı yüzünden hapiste olduğu bir dizide eşcinsellik görmemek imkansız. Bilakis, Orange is the New Black gibi bir dizide, eşcinsellik olmaz ise rahatsız edici bir kurguya dönüşebilir.

Gel gelelim, The Dragon Prince gibi bir diziye ısrarlı politik doğruculuk sokuşturma çabaları, SJW dokunuşları sizi bilmem ama beni aşırı derecede rahatsız etti. Rahatsızlığın sebebi, toplumun normlarının dışına çıkmaları değil bunu kör gözüne parmağım şeklinde ve eğreti bir şekilde yapmalarıdır. Yoksa alışılageldik tüm aile normlarını zorlayan Modern Family, yıllardır en sevdiğim dizilerin başında gelmezdi. Gelin hep birlikte, harika bir potansiyeli olmasına rağmen zorla itici hale getirilmiş olan The Dragon Prince’in hatalarına bir göz atalım.

Not : Aşağıda ister istemez spoiler parçacıkları olabilir, dikkat etmek isteyebilirsiniz.

Tür – Zaman Uyumsuzluğu

The Dragon Prince fantastik bir yapım. Buna karşı çıkan herhalde yoktur. Fantastik yapımlar, istisnai durumlar haricinde Dünya’nın belirli zaman dilimleri, coğrafyaları ya da karakterlerinden esinlenirler.

Bu bağlamda düşünürsek The Dragon Prince bir “Ortaçağ Fantezisi”. Daha spesifik olursak “Ortaçağ Avrupa Fantezisi”. Kullanılan silahlar, zırhlar, kaleler, monarşiler, soylular, askeri birlikler, pazardaki esnaflar, köyler, şehirler derken yapım “ben Ortaçağ Avrupa fantazisiyim” diye bas bar bağırıyor. Tabi ki bunda hiç bir sorun yok. Çünkü çoğumuzun hayranı olduğumuz dizilerden Game of Thrones ya da filmlerden Yüzüklerin Efendisi de ortaçağ fantezisi. Kitaplardan Ejderha Mızrağı ya da Kara Elf serileri de öyle. Benzer şekilde hayranı olduğumuz D&D ve bundan esinlenen sayısız bilgisayar oyunu da öyle.

Fantastik kurgu ile ortaçağ konseptinin bağları hem çok derin hem de bir o kadar organik olduğu için bunda hiç bir beis göremiyorum. Konu Avrupa olmak zorunda da değil, benzer sayıda Uzak Doğu Ortaçağ Fantezisi de mevcut  ve hepsi de aynı oranda iyiler.

Lakin, karakterlerin motivasyonları, diyalogları, konuşmaları o kadar günümüze ait ki, çok sırıtıyor. Değil 2000’lerin başı, çok net bir şekilde 2019 yılından fırlamış gibi konuşuyor, düşünüyor ve davranıyorlar. Tabi ki bir fantastik kurguda “ejderhalar varken her şey olabilir” denilebilir. Fakat bu bir çeşit farklılık olmaktan çok ucuza kaçmaya daha çok benziyor. Yapım, bu şekilde özgün bir eserden çok daha önce belirli fantastik eserleri tüketmemiş bir ergenin kaleminden çıkmışa benziyor.

Söz konusu kişinin Avatar serisinin de yaratıcısı olan Aaron Ehasz’a ait olduğunu görünce daha bir rahatsız edici oluyor. Ehasz, Avatar’da çok özgün bir Dünya yaratmasa da, diversity’e meraklı olduğunu defalarca gösterse de hiç bir noktasında bunlar rahatsız edici bir hal almıyordu.

Genç kız olan Katara’nın en aklı başında oluşu, küçük bir kız olan Toph’un hem kör hem de maskülen oluşu, efsanevi Avatar Aang’in aslında çok şaklaban oluşu, çeşitli krallıkların Dünya’nın farklı ulusları ile benzemeleri, ırklar arası ten rengi farkları vs ile Avatar, rahatsız edici olmayan çok tadında bir diversity sunuyordu. The Dragon Prince ise maalesef bu konuda çok kötü bir noktada duruyor.

Burası Katolis. Herhangi bir Avrupa şehrinin Ortaçağ görüntüsüne sahip.

Karakterlerin Vasatlığı

Karakterlerin konuşma dilleri, sözcük seçimleri ve düşünce şekillerinin nasıl günümüze ait olduğundan bahsetmiştik. Fakat karakterlerin zaman dilimi uyumsuzluğu dışında ne kadar banal olduğuna da mutlaka değinmek gerekiyor. Yetişkin olmayan tüm karakteri alıp herhangi bir teenager sit-com’a rahatlıkla koyabilirsiniz. Esasında düşününce yetişkinleri de koyabilirsiniz.

Dağı keşfetmeye geldikleri zaman aşırı güçlü ve karizmatik görünen ay büyücüsü ilüzyonist Rujanne bile sonradan o kadar geyik ve zorlama bir hal alıyor ki gözlerinize inanmıyorsunuz. Viren, yeterince materyal tüketmeyenler için ilginç gelse de defalarca tekrarlanan “izleyicinin belli oranda empati yapabileceği ve haklı bulabileceği kötü adam” portresinin bir tekrarı. Bunun en popüler örneği şüphesiz MCU’deki Loki. Hatta Black Panther’in kötü adamı Killmonger da öyle. Daha geçmişe dönersek Magneto gibi karakterleri ve sayısız örneği de ekleyebiliriz.

Şu haliyle bakılınca karakterlerin tamamı tek boyutlu ve hiç bir cazibeleri yok. Ezran karakteri sevimli olabilir fakat o da yeni ya da özgün bir tema olmaktan çok uzak. Callum’un ise tek boyutu bile yok, o kadar sıradan ve tahmin edilebilir bir başrol karakteri, bir yapımın ulaşabileceği üst eşiği zaten otomatik olarak kısıtlıyor. Rayla’ya gelince aşırıya kaçan ve süper rahatsız edici aksanı dışında hiç bir özelliği yok. Farklı ırktan oluşunu, farklı bir İngilizce ile vermeye çalışmak sadece aksan farkından ibaret olmamalıydı. Eğer elf ile insan farkını belirgin hale getirecekseniz bunun çözümü elflere Avustralya aksanı vermekten çok daha fazlası olmalıydı.

Yine Rayla’nın geçirdiği dönüşüm de o kadar zorlama ve net oldu ki ne arada kendini zorlayıp, yıllarca süren eğitimi ve kültürel zorlamaları aşıp düşman safına geçti anlamak mümkün değil.

Claudia ve Soren’de kesinlikle farklı değiller. Fakat Callum ile Rayla’ya göre en azından tek boyutları var denilebilir. En azından Soren, üzerine düşen douchebag rolünü iyi oynayıp zaman zaman eğlendirici olabiliyor.

Fakat Avatar ile kısa bir karşılaştırma yaparsak ne kızların ikisi bir Katara, ne de oğlanların tümü bir Sokka ya da Aang ediyor. Hele ki Toph’un hiç bir şekilde karşılığını bulamadığını söylemek lazım. Kötü adam ya da adamlar da ne Zuko’nun ne de Ozai’nin yanından bile geçemiyor. Iroh karakterinin gölgesi ayarında herhangi bir karakterin de olmadığını eklemek gerekiyor.

Soldan sağa ; Tuhaf kurbağa, sevimli prens, adı aklımızda kalmayan bebe ve kurdu, vasat ötesi, vasat, vasat, zorlama abla, sempatik olması için bir siyahi daha, douchebag, rahmetli bir siyahi, başta önemli gibi görünüp zindanda unutulan alakasız eleman, sözde kötü adam, assasinlerin lideri atarlı eleman

Zorlama Politik Doğruculuk

İşte bende ipi koparan son nokta buradaki bir nokta oldu. O noktaya gelmeden önce zorlama konuları bir sıralayalım ;

1 – Erkekler net bir şekilde aptal. Genelde de işe yaramazlık derecesinde aptallar.

2 – Kadınların tamamı hem daha akıllık hem de çok çok daha iyi savaşçı. Merhum Kraliçe Sarai, kraliçenin kardeşi General Amaya, Duren Kraliçeleri Annika ve Neha, doğal olarak aşırı karizmatik (!) olan Rayla’da öyle. Diğer yer alan iki kadın karakter de iyi büyücüler. Erkekleri daha kaslı ve iri resmedip, kadınları daha iyi savaşçı yaparsanız zorlama olur. Eğer kadınlar daha iyi savaşçı olacak ise o zaman fiziki yapılarına dokunmak zorundasınız. Aksi halde şimdi olduğu gibi sırıtacaktır.

Bu konuda ilk aklıma gelen Forgotten Realms’deki kara elfler. Aşırı derecede anaerkil bir toplum olan kara elflerde kadınlar daha iri, fiziki olarak daha güçlü, genelde daha iyi savaşçı ve aynı zamanda anaerkilliği destekleyen tanrıçanın rahibeleri (erkekler o dinin adamı bile olamıyorlar) ancak bu yapıda kadınların güçlü olması gayet mantıklı görünüyor. Tanrıçanın seçtikleri, fiziki olarak daha büyükler vs… En büyük güce sahip erkekler bile şehir hiyerarşisinde ortalama bir Örümcek Kraliçesi rahibesine eşdeğer olamıyorlar. Fakat bu, okuyucuya hiç bir şekilde eğreti gelmiyor. Burada ise öyle bir altyapı yaratılmadığı için sırıtıyor.

3 – İnsan krallıklar yine en aç gözlü, en bayağı hataları yapıyorlar. Tamam mesajı aldık teşekkürler, sıradaki…

4 – İnsan krallıklarının çoğu dakikalar içinde gaza getirilecek, sonraki dakikalar içinde gazları alınacak kadar vasat yöneticiler tarafından yönetiliyorlar. Bir önceki konunun uzantısı, evet evet…

5 – Irk, ülke kombinasyonlarında uyumsuzluklar var. Katolis kralı Harrow ve oğlu Ezran siyahi. Peki, bu gayet normal. Ancak ülkede pek de başka siyahi insan olmadığını fark ettiğiniz zaman şöyle bir düşünüyorsunuz. Bu tercih zor-la-ma. Bu kadar basit.

Hepsi gündelik açıdan mantıklı görünse de hikaye anlatımı içinde zorlama konular ve altyapıları olmadığı için avazı çıktığı kadar “politik doğruculuk kültürüne ve SJW’lere şirin görünmeye çalışıyorum” diye bağırıyor.

Bu konuların hepsi ayrı ayrı ele alındığı zaman sorun teşkil etmiyor. Bir eserde erkekler aptal olabilir, başka eserde kadınlar iyi savaşçı olabilir, bir diğer eserde insan kralları vasat olabilir, bir ülkenin kralı ve prensi tüm ülke beyaz olmasına rağmen siyah olabilir vs.

Problem şu ki hepsi bir arada yapılıyor olması, hakim kültürün bu yönde evrilmesi, Netflix’in önceki yapımları derken neden rahatsız olmanız gerektiğini iyice anlıyorsunuz.

Ve sıkı durun, 6. kriteri de söylüyorum ;

6 – İnsan krallıklarından bir diğeri olan Duren, iki tane eşcinsel kraliçe tarafından yönetiliyor! Bir fantastik esere PD daha ne kadar sokuşturulabilir? Peki ya bunların (nasıl doğduğu muamma olan)  kızları olan Aanya’nın kan bağı olmadan şu anda tahtta olması? Aanya’nın henüz çocuk olmasına rağmen 5 insan krallığı içindeki en aklı başında ve bilge yönetici olması? Bu iki kraliçenin tüm serideki en büyük kahramanlığı yapıyor olmaları? Bu iki kraliçeden birinin siyahi olması? İkisinin de çok iyi savaşçı olması?

Yapmayın işte bunu yapmayın…

Lütfen… Lütfen ama. Sadece bunların üst üste gelmelerinin ne kadar itici olduğunu bir düşünün. Yazının girişinde de söylediğim gibi buradaki sorun alışageldiğimiz normların sarsılması değil, ana akım kültüre şirin görünmek için yapılan aşırı zoraki ve bir o kadar aşırı kurgu bir tercih olması. Yoksa gerçekten severek izlediğim istisna romantik filmlerden birinin I Love You Philip Morris olan biri olarak karşı olduğum konu cinsel tercih değil, serinin yazarlarının bu çirkin sempati oyunlarıdır. (Dip Not : Jim Carrey’nin harika, Ewan McGregor’un harika ötesi oyunculuğunu görmek için mutlaka bu filme göz atın)

Özgün Olmayan Ana Hikaye

Normalde çok önemli bir nesnenin korunması amacı ile çıkılan yolculuk çok klasik bir hikayedir. Benzer şekilde bölünmüş krallıklar, eski nefretler, birbirlerinde empati bulan düşmanlar, ejderha soyunun Dünya’nın önemli değişimlerini ve güç merkezlerini simgelemesi (Game of Thrones çağında, ejderha ve ejderha yumurtası sempatisini sonuna kadar kullanmaya çalışıyor), büyücü elfler, büyünün farklı kaynaklardan geliyor olması vs türü sayısız klişe olması o kadar da sorun olmayabilirdi.

Fakat konu yukarıdaki başlıklardaki tüm (tabirimi mazur görün) ahmaklıkları yapan The Dragon Prince’de bunlar da gözünüze batmaya başlıyor.

Yine de tüm bu klasik hikaye demirbaşlarına rağmen The Dragon Prince’in bazı artıları var. Çünkü çizimler, renklendirme, genel  anlamda görsellik bir animasyon için en hafif tabiri ile çok güzel. Alıcı gözle bakarsanız harika olduğunu düşünmeniz işten bile değil. Renkler canlı, arka planlar hareketli, farklı büyülü varlıkların görünüşleri ve renklilikleri, karakterlerin üzerindeki kıyafetlerin (biraz Wow benzeri online oyunlardan arak olsa da) görünüşleri gibi konular ile izleyicinin ilgisini çekiyor.

Olley uçmalı kaçmalı aksiyon

Bu ilgiyi bir şekilde çektikten sonra tasasız ve tahmin edilebilir hikaye ile, izleyiciyi düşündürmeyen ve yormayan karakterler ile bir şekilde kendini izletiyor. Buna rağmen eninde sonunda, aynı yaratıcının elinde çıkmıyor olsaydı bile Avatar ile kıyaslamaya başlıyorsunuz. Hele ki tecrübeli bir Netflix izleyicisi iseniz, biraz da popüler kültürdeki sayısız “Beyaz erkekler bu filme yorum yapmasın”, “Siyahi Superman geliyor”, Ghostbusters yeni filmi kadınlardan oluştuğu için saldırıya maruz kaldı yoksa harika filmdi” türünden sayısız habere aşina iseniz eninde sonunda The Dragon Prince size rengini belli ediyor.

The Dragon Prince maalesef özellikle de Batılı ülkelerde bir çeşit faşizme dönmüş olan politik doğruculuğa yamanma çabasında olan, verdiği mesajlar, karakterler ve zorlama noktaları ile üzerine biraz düşünen izleyiciyi zorla kendinden itmeyi başarıyor.

Politik doğruculuk ile ilgili önemli satır aralarından biri olarak şunu eklemek gerekir; politik doğruculuk, ABD’de Trump’un seçimi kazanmasında birincil değilse bile önemli bir rol oynamıştır. Zira politik doğruculuk ve SJW kültürü, uyguladıkları faşizan davranışlar, sosyal medya üzerindeki linç kampanyaları, ana akım her tür esere karşı olan eleştirel ve yıkıcı tavırları ile politik olarak orta noktada duran seçmenleri kendilerinden çok fazla itti. Öyle ki bu uzaklaşmanın sonucu olarak, temelde çok daha tutucu ve yıkıcı olabilecek Trump taraftarlığını bile, alternatifine oranla daha tercih eder hale gelindi.

Yorumlarda fikirlerinizi paylaşmayı unutmayın.

Yorumlar