Child of Light – Maço Oyunlara Meydan Okuyan Naif Bir Peri Masalı
Herhalde çoğumuz Oz Büyücüsü veya Alice Harikalar Diyarında’yı okumuş, filmlerini de izlemişizdir. Child of Light, tıpkı bu ikisinin kahramanları Dorothy Gale ve Alice gibi evine dönmeye çalışan küçük Aurora’nın hikayesi, ama hüzün ve karanlık dozunu az arttırın. Diğer iki kahramanımız gayet hayattaydı, oysa ki Aurora ölü, kendisi bilmiyor ama siz biliyorsunuz. Ortama biraz Pan’s Labyrinth atmosferi ekleyin, dünyayı gelişigüzel fırça darbeleriyle renklendirin, ama öyle ustaca fırça darbeleri ki; tuvale değdiği an boya kendi kendine şekillenip nefis detaylar oluşturmuş. Hikayenin geçtiği Lemuria, dev, naif bir sulu boya tablo gibi önünüzde uzanıyor ve enfes, hüzünlü bir piyano melodisi eşliğinde bu dünyayı keşfetmeye başlıyorsunuz.
Şimdi biraz Disney yancısıymışım gibi gelecek kulağa biliyorum (Ne olacak öyleysem? Hepinizi prenses ayakkabısı topuğuyla döverim!) ama Child of Light, son zamanlarda bol aksiyonlu ve kanlı ana akım oyunları arasında taze bir nefes gibi. Peri masalı atmosferine kanıp da sakın savaşların daha az ölümcül olduğunu düşünmeyin. Ama oynanışından bahsetmeden önce biraz hikayesine değinelim:
Aurora, 19. yüzyılın sonlarında Avusturya’da yaşayan bir Dük’ün kızıdır. Annesi ölmüş, babası yeniden evlenmiştir. Ölen anne melek yüzlü ve sarışın, üvey anne ise gri saçlı ama kötücül bir güzelliğe sahiptir. 1895’in Kutsal Cuma (İsa’nın çarmıha gerilişini ve Golgotha’da ölümünün anıldığı dini gün, Paskalya’dan bir önceki Cuma’dır) gününde, Dük’ün yeni evliliğinin şerefine eğlenceler düzenlenir. Aurora, o gece yatağına gider, gidiş o gidiş. Gece üşür, hastalanır ve kalbindeki ateş söner; şafak vaktinde onu uyandırmaya gelenler, küçük prensesin cansız bedenini bulurlar. Babası yıkılır. Adamcağız üzüle dursun, Aurora tuhaf bir dünyada, bir sunak taşının üzerinde uyanır. Burası Lemuria’dır ve küçük kız kendini rüyada sanıp, babasını çağırarak etrafta dolaşmaya başlar.
Atmosfer ilk başta fazlasıyla karanlık, koyu pastel tonlarla yapılmış sulu boya bir tabloya benziyor, ta ki Igniculus karşımıza çıkana kadar. Onun yardımıyla, Ormanın Leydisi diye bir kadını kurtarıyor ve ondan Lemuria’nın hikayesini öğreniyoruz. Lemuria bir zamanlar Işık Kraliçesi tarafından yönetilirmiş, lakin bir gün kraliçe ortadan kaybolmuş, yerine Kara Kraliçe Umbra gelmiş ve iki kızıyla birlikte dünyayı karanlığa boğmuşlar, her yerde yaratıklar türemiş. Aurora’nın bu dünyadan kurtulup eve dönebilmesi için kayıp Ay ile Güneş’i bulup yerine koyması gerek. Ne olacak, yaparız.
Igniculus bir ateş böceği (firefly) olarak geçiyor ama aldanmayın, aslında bir ışık topu, mavi bir su damlacığına benziyor ve oyundaki en orijinal fikir diyebilirim. Bir platform oyununda mouse imlecini karakter yapmak cidden eşsiz bir fikir olmuş. Takipçi yerine Igniculus’u görüyorsunuz, oyunun çeşitli yerlerinde gördüğünüz sandıkları onun yardımıyla açabiliyor, Aurora uzakta olmasına rağmen sırf dokunarak çevredeki bitkilerden enerji toplayabiliyorsunuz.
Igniculus’un asıl değeri yaratıklarla karşılaştığınızda ortaya çıkıyor; onu yaratığın üzerine götürüp tıklarsanız yaratık gözlerini örtüyor, sizi görmüyor ve böylece arkadan saldırabiliyorsunuz. Çünkü bunlar adı üstünde, karanlıktan doğma yaratıklar ve ışığa dayanıksızlar. Yaratığa saldırdığınızda, savaş ekranına giriyorsunuz. Arkadan saldırmak da genellikle ilk hareketi sizin yapmanızı sağlıyor.
Burada savaş sisteminden söz edelim: Çoğu j-rpg’den aşina olduğumuz karakter değiştirmeli ve sıra tabanlı dövüş mekanikleri söz konusu, ama asıl orijinal, ışıldayan özellik insiyatif sistemi. Altta ikiye bölünmüş bir çubuk ve bu savaştaki karakterlerin resimlerini göreceksiniz. Resimler, karakterlerle yaratıkların zaman çizgisinde ait oldukları yeri gösteriyorlar, çubuğun üzerinde her birinin çevikliğine göre değişen hızlarla ilerliyorlar. İlk başta karmaşık gelebilir, ama alışınca çok basit ve etkili. Igniculus’un bir yeteneği de, savaş ekranında da yaratıkların üzerine tutulduğunda onları yavaşlatması; gözleri kamaştığı için çubuk üzerinde geriye düşüyor, hareketlerini daha geç yapıyorlar. Çok basit bir sistem olmasına rağmen oyuncunun zamanlama stratejisi üzerine çok kafa yorması gerekiyor ve bu iyi bir şey tabii.
Aynı zamanda, karakterleriniz yaralanırsa Igniculus’u üzerlerine tutarak iyileştirebiliyorsunuz. Ama gücü sonsuz değil. Onun da bir potansiyel çubuğu var, Aurora ve Igniculus, etraftaki bitkilerden saçılan ruh tanecikleriyle beslenerek güçlerini geri kazanabiliyorlar. Böyle ışık topuna can kurban, kulağa alakasız gelecek ama Planescape: Torment’teki Morte’den beri hiçbir npc’yi bu kadar sevmemiştim.
Tabii bu noktada diğerlerini anmamak da haksızlık olur. Sirk palyaçosu Rubella, kardeşi Tristis, cüce büyücü Finn, ekonomist fare Robert, Aztek kaçkını Oengus gibi bir sürü yanınıza katılabilecek karakter mevcut. Hepsinin gerek çizimleri, gerek animasyonları o kadar sade ve güzel ki, (Hele de Aurora ile Norah’ın o dalgalanan saçları) insan bakmaya doyamıyor. Karakterlerin gerek basitliği, gerek komikliği son yılların oyunlarındaki “Neremden kassam da daha karizmatik olsam?” tadındaki NPC’lerden sonra bana cennet gibi geldi. Bunların yaşadığı “Populi” yani köylere gidiyorsunuz ve oranın sakinleriyle konuşuyor, hatta görev bile alabiliyorsunuz.
Tüm konuşmaların kafiyeli olması da atmosfere başka bir masalsılık katmış, ancak bazı insanları rahatsız etmiş. Beni etti mi, tabii ki hayır. Bunun dışında bir platform oyununda bekleyebileceğiniz her şey var, iğneli çubuklar, çarpıp can yitirdiğiniz dikenler, aniden oradan buradan esen sert rüzgarların hareket etmenizi zorlaştırması, sizi yere vuran şelaleler ve bunların arasında dolaşan bol bol yaratık. Yaratıklar standart j-rpg mantığında, çoğunun çizimi aynı, ancak ilerledikçe renkleri değişiyor, değişik elementlere bağışık versiyonlarıyla geliyorlar. Yine j-rpg raconuna uygun olarak, boss’lardan önce bol bol savaşarak seviye atlamanızı tavsiye ediyorum, zira boss savaşları pek kolay değil.
Oyun 10 kısımdan oluşuyor, hepsinde farklı yerler, hikayeler ve karakterlerle karşılaşıyorsunuz. Aurora’nın ara ara babasını görüp yanına gitmek istemesi, çıkan aksilikler, yan görev tadında aşması zor mekanlar çok dozunda ve sıkmıyor. Ancak, Child of Light ne yazık ki her j-rpg gibi kendini tekrar etmekten de kurtulamıyor, bir yerden sonra benzer savaşlardan sıkılıyorsunuz.
RPG denmesini de sadece karakter gelişimi olarak ele almak gerekiyor, yoksa diyalog seçeneği filan beklemeyin. Yine bir j-rpg klasiği olarak, Oculi adında kristaller buluyor ve değişik renkleri kombine edip daha güçlülerini elde ederek karakterlerinize takabiliyorsunuz. Ayrıca yine Igniculus sayesinde oyunu multiplayer oynayabiliyorsunuz, bir kişi Aurora oluyor, diğeri Igniculus.
Child of Light’ın en güçlü yanlarından biri, inanılmaz görüntülerinin yanısıra, haftalarca beyninizde dolaşacak olan müzikleri. Dilinize dolanacak demiyorum, parçalar çoğunlukla enstrümantal piyanodan oluşuyor. Kendinizi sık sık, Cœur de pirate imzası taşıyan bu nefis soundtrack’i dönüp dönüp dinlerken bulacağınızın garantisini veriyorum. Bu arada Cœur de pirate, müzisyen Béatrice Martin’in sahne ismi ve “Korsan Kalpli” anlamına geliyor. Béatrice kızımız 25 yaşında böyle bir soundtrack’e imza atmış, Fransız analar neler doğuruyor görüyorsunuz. Bizde de Nil Karaibrahimgil filan var işte (Şimdi yanlış anlaşılmasın, Türkiye’de de Béatrice potansiyelli insanlar vardır eminim ama konservatuvarlarda hoca kaprisleriyle sürünmekle meşguldür hepsi, konservatuvara girebilmişlerse yani).
Child of Light’ın yapımcısı Ubisoft Montreal, yani Ubisoft’un Kanada kolu. Görsellik için anlaşılan isimse Yoshitaka Amano. Vampire Hunter D, Sandman, Final Fantasy hayranları kendisini fazlasıyla anımsayacaklardır. Pek çok insan gibi bu oyunda Ubisoft ismine rastlayınca ben de şaşırmıştım, çünkü benim kafamda şimdiki Ubisoft, EA Games’in mavisi ve böyle naif bir oyuna paye vermez pek. Ne diyeyim, ilk zamanlarındaki gibi davranarak hepimizi hem şaşırttı, hem sevindirdi, biraz da utandırdı. Oyun neredeyse her platform için var, ben PC’de Steam versiyonunda oynadım ve bir sorun yaşamadım (evet uplay’e rağmen), ama PS3 ve PS4 versiyonlarında pek çok bug olduğunu okudum, o yüzden bunlar için satın alacaksanız önceden bir okuyup araştırın derim.
Peki, bu kadar klasik bir hikaye kurgusu varken ben neden yazı dizilerimi askıya alıp bu oyunu tanıtma gereği duydum? Çok basit. Hani belki bazılarınız hatırlarsınız 80’lerde, video kiralama devrinde (bizim evde hala VHS duruyor, Beta sizlere ömür) genellikle çocuklar için ne idüğü belirsiz, naif, titrek çizimlere sahip hüzünlü çizgi filmler olurdu, yapan firmayı bilmezdiniz, eve bir kere gelirdi ve sonrasında izine rastlayamazdınız, işte Child of Light bana biraz bunları hatırlattı. Ancak artık ne idüğü belirsiz kayıp hikayeler değil, Steam hesabımda her istediğimde girip oynayacağım bir dünya olarak varlar diyorum daha fazla his budalası imajı vermeden yazımı noktalıyorum.
Child of Light’ı oynayın, pişman olmayacaksınız.