Değişmeyen Savaşlar XV: Blood ile Piksel Piksel Cehennemde Gezinmek

Monolith‘in 1997 tarihli aksiyon oyunu Blood ile yolum her beş senede bir kesişir. Kimi zaman sırf oyun tarihine duyduğum meraktan, kimi zaman ise dinamit ile zombi patlatma keyfinin yadsınamaz çekiciliğinden ötürü oyunu tekrar yükler, zalim kahramanımız Caleb‘in intikam yolculuğuna sabırla baştan başlarım. Bu seferki bahanem ise Nightdive Stüdyoları‘nın modern sistemler için geliştirdiği Flesh Supply versiyonu oldu. Oyunu sevmemi sırf çocuksu bir nostaljiye bağlayıp yoluma devam etmeyi inanın çok isterdim, ancak mesele gerçekten kişisel zevklerin ötesinde. Çağının belki de en iyi aksiyonlarından biri olan Blood, belli ki onlarca yıl ve yüzlerce benzer oyundan sonra bile ilgilisini itinayla cezbetmeyi, en akılda kalıcı, karanlık dijital travmaları oyuncunun zihnine kazımayı çok iyi biliyor.

Bizimkisi Bir İntikam Hikayesi

Döneminin benzer FPS’lerinden farklı olarak karakterleri ve olay akışı olan bir hikayeyi takip eden Blood bizi ilk olarak Vahşi Batı’ya, ardından da 1920’lerin sonlarına götürüyor. Kahramanımız Caleb, zalim ve çevresine korku salan bir silahşör olarak Amerika’da dolaşırken yolu güzel Ophelia ile kesişir. Cabal isimli bir tarikata üye olan Ophelia’nın kocası ve bebeği müritler tarafından öldürülmüştür. Cabal’a giren ve zamanla tarikatin önemli bir üyesine dönüşen Caleb bu süreçte Ophelia ile kendine yeni bir hayat kurar. Cabal, karanlık tanrı Tchernobog’a tapmakta ve onu dünyaya getirmeye çabalamaktadır (Kana susamış Tchernobog’u Neil Gaiman’ın American Gods eserinden de hatırlayabilirsiniz). Sonunda bu uğraşlar karşılık bulur ancak karanlıktan dirilen tanrının ilk icraatı Caleb’i ve diğer liderleri öldürmek, Ophelia’yı da kaçırmak olur.

Yılların efsanesi, kızıl gözlü komutan Caleb’in sonu isimsiz bir mezarda çürümek gibi gözükmektedir. Ancak nasıl olduğu belirsiz bir şekilde silahşörümüz hayata döner ve hem aşkını bulmak hem de Tchernobog’tan intikam almak için kara bulutlu Amerikan taşrasında gezinmeye başlar.

Öncelikle şunu söylemek gerek; Blood ve kahramanı Caleb, şimdikinden çok farklı bir FPS kültüründen geliyorlar. Bu kültürün en belirgin temsilcilerinin Build Engine oyunları olduğunu söyleyebiliriz. Bu oyunlar sinematik kaygılara sahip ve kendinden önceki işlerden daha renkli olmaya çalışan, birer “Doom klonu” olarak bilinmeyi kendilerine yediremeyen işlerdi. Öte yandan Half Life gibi  deneyimlere de daha denk gelinmediği için sinematik bir FPS olmanın tanımı zihinlerde yapılmış değildi.  Build Engine oyunları kendi tanımlarını oynanıştan ziyade içerik üzerinden yaptılar;  Duke Nukem 3D ucuz aksiyon ve bilimkurgu harmanını başarıyla kotarırken Shadow Warrior esin kaynağı olarak Uzak Doğu dövüş sinemasını temel çıkış noktası alıyordu. Bu oyunların kahramanları konuşkan, hatta geveze tiplerdi; aksiyonun ortasında espri yapmaları ve örnek aldıkları sinema türlerine yaraşır bir ucuzlukla davranmaları gerekiyordu. Odak noktamız Blood ise korku ve westerni birleştirmeyi hedef alıyor, bunu yaparken de Lovecraft‘ından Stephen King‘ine Amerikan taşra korkusunun tüm ikonik öğelerini içeriğine katmaya büyük özen gösteriyordu.

Selam Çakmışlar, Gönderme Var!

Blood’ı belki de yıllar geçtikçe daha büyük keyifle oynamamın sebebi bu içerik bolluğu olabilir. Oyunun her köşesine serpiştirilmiş korku temalı referansları keşfetmek, en az oyunun kendisi kadar keyifli. Mezarlıkta dolaşırken bir köşede The Crow‘dan Eric Draven’ın mezartaşına denk gelebilir ya da gezindiğiniz malikanenin gizli bir odasının Se7en filmini selamladığını keşfedebilirsiniz. Şüphesiz bu referansların büyük çoğunluğu Blood’ın ilk çıktığı zaman için taze, yakalaması daha kolay detaylardı; şimdi ise çoğunlukla ilgilisine hitap eden bir konumdalar. İflah olmaz korku hayranları için ise sıkıntı yok, onlar her dönem oyunun sunduğu referans yarışından keyif alacaklardır.

Oyunun korkuyu bize sunma biçimi sadece yoğun referans kullanımı ile sınırlı değil. Blood, yeri geldiğinde oldukça ürpetici olabilen bir macera. Kasvetli oteller, malikaneler, grotesk karnaval çadırları, karanlık madenler ve daha nice mekan; iyi tasarlanmış haritalar ve seçilen konsepte uygun müzikler sayesinde tüm potansiyelini rahatlıkla açığa çıkarabiliyor. Bu kadar eski ve kısıtlı bir oyun motoru ile yapılanların sınır tanımazlığı insanı gerçekten şaşırtıyor. Build Engine’in tasarımcı ruha sunduğu çeşitlilik biraz Minecraft‘ı hatırlatır cinsten; iş daha çok motorun sınırlarından ziyade yönetenin hayal gücüne ve iş yapma isteğine bakmakta. Zaten belki de bu yüzden 3D Realms‘ın yeni Build oyunu Ion Maiden‘ı heyecanla bekleyenler motorun eskiliğini sorgulama gereği hiç duymuyorlar.

Zor Oyun Yoktur, Elde Patlayan Dinamit Vardır

Blood’ı bugün oynamaya girişecek yeni heveslilere önemli birkaç tavsiye vermek gerek. Öncelikle oyun ile ilk temasınızda egonuzu bir köşeye bırakın; Blood zor bir dönemin, zor bir oyunu. Çok çabuk harcanacak, çok çabuk sinirleneceksiniz. Flesh Supply’ın oyun zorluğunu hassas bir şekilde ayarlama seçeneklerine alışmaya çalışın, alışamazsanız da en kolay seviyeden başlayın. Oyunun alışık olduğumuzun dışında bir silah çeşitliliği ile bizi sınava tabi tutması da öğrenme sürecini zorlaştırıyor. İşaret fişeği, Vodoo bebeği ve dinamit; Blood’ın en ikonik silahları olarak oyuncunun sabrını sınamaya hazır bir şekilde haritalara yayılmış durumdalar. Hele ki dinamitten ötürü defalarca oyuna baştan başlamak, mekanikleri öğrenene kadar bolca ter dökmek zorunda kalacaksınız.

İlk Blood oyununun çağına meydan okuyan yapısı Caleb’in bir sene sonra yeni bir macera ile oyuncularla buluşmasına kapı açmış; ancak bu ikinci deneyim ne oyuncular ne de Monolith için memnuniyetle sonuçlanmıştı. Western temasından cyberpunk‘a sıçrayan Blood II: The Chosen sıkıntılı yapay zekası ve kötü bölüm tasarımları ile olumsuz eleştirilerin odağı olmuş, akabinde çıkan Nightmare Levels isimli eklenti paketi bile Caleb’in yeniden mezara gömülmesinin önünde duramamıştı. İkinci oyun ile seriye başlamış biri olarak Blood II’nin neden başarısız görüldüğünü anlayabiliyor, ancak bazı eleştirileri sert buluyorum. İkinci oyunun Quake II ve Half Life gibi çağının muhteşem işleri ile aynı döneme denk geldiğini de hesaba katmak gerek. Blood’ın bu yarışta erken mağlup edilmesi ne yazık ki öne çıkardığı temanın da sönük kalmasına sebep oldu. Taşra gerilimi, gizemli tarikatlar ve nice zengin korku öğesi, FPS dünyası ile yollarını yakın zamana kadar ayırmak zorunda kaldı. Geçtiğimiz aylarda tanıttığımız (ve Blood serisine saygı duruşu niteliğinde olan) indie FPS oyunu Dusk‘a kadar karşımıza akılda kalıcı nitelikte örnek çıktı diyemeyiz.

Farklı bir aksiyon deneyimi arayan herkese Blood’ı şiddetle öneririm. Caleb’in hikayesi hayranları tarafından yıllardır modern oyun motorları ile yeniden yazılmaya çalışılsa da serinin büyük bütçeli bir geri dönüşü gündemde değil. İlgilenenler Flesh Supply’ın ilave içeriği ile bolca vakit geçirebilirler. Blood külliyatının Priest isimli, 2011’de sinema uyarlaması yapılan Kore çizgi romanı serisine de esin kaynağı olduğunu ekleyeyim, belki fazlasını arayanların göz atası gelir.

Bu yazı, "Değişmeyen Savaşlar" adlı yazı dizimizin bir parçasıdır.

Yorumlar