Kaçabilirsin Ama Saklanamazsın Oyunları

Korku hissi, sonu minik kalp krizleri silsilesinden başka bir şey değil diye düşünülse de, kalbi çılgınca çarptırdığı gerçeği oyuncular tarafından vazgeçilmez bir etken. Evinden çıkmak istemeyen, güneş görmek istemeyen insanın adrenalin bağımlılığını beslesin diye var. E haliyle, oturduğu koltukta durduk yere korkacak hali yok. Ne yapıyor bu kişi? Korku oyunlarına saldırıyor. Ben ki ödleğin önde gideni, ben ki dandik bir korku filmi bile izlerken çığlık atmayayım diye yastık ısıran; 15 dakika bu oyunları oynayıp 45 dakika kedi resimlerine baka baka bitiriyorum bu tarz oyunları.

Fakat! Özellikle tükettiğim bir tarz var ki o da; hikayece zengin, “piyuv piyuv” diye bütün kötülüklerin üzerine şarjör boşaltmadığınız, ana karakter ile daha kolay özdeşleşebildiğiniz oyunlar. Hangi birimiz MP4 kullanmayı biliyor, hangi köşenin başından bazuka bulup da yeri göğü bir ediyoruz veya Die Hard misali helikopterlerin, jetlerin üzerine atlıyoruz? O yarıma dahil miyiz? (SiyasiŞakaYaptım.gif) Neyse efendim, dikkat çekmek istediğim nokta şu; ben de bu adamlarla aynı durumda olsam nasıl hareket edeceksem, neye nasıl tepki vereceksem, onların da o şekilde tepki veriyor oluşu beni oyunun içerisine daha kolay, çabuk ve çok çekiyor.

Benim Survival Game yani Hayatta Kalma Oyunları yerine Kaçabilirsin ama Saklanamazsın Oyunları diye etiketlediğim bu oyunları bu kadar güzel yapan bir kaç unsur var. Onları sıralamaya başlamadan önce bunun sebebini söylemek istiyorum. Hayatta kalmaktan başka çarenizin olmadığı bir oyunun türünü bu olarak belirlemek bana saçma geliyor. Survival oyunu denilen şey nedir? Don’t Starve’dır, Yet Another Zombie Defense’dir. O yüzden bu tarz oyunlara Kaçabilirsin ama Saklanamazsın Oyunları demeyi tercih ediyorum.

Bu değil işte

Şimdi unsurlarımıza geri dönelim;

BİR! Hikaye; gizem dolu, oynadığımız karakterin de sizin de ne olduğuna dair bir fikrinizin olmadığı, oynadıkça oturan puzzle parçaları gibi etrafa dağıtılmış ekmek kırıntılarını toplayarak büyük resmi görebilmek. Dolayısıyla ince işlenmiş sık dokunmuş detaylı bir hikaye tıpkı en sevdiğiniz kitabı sanki hiç okumamışsınız gibi tekrar okuyor olmanın zevkini veriyor insana.

İKİ! Keşfetmek; kafalarını kollarını parçalarcasına, yaratıklar üzerlerinde kurşunları buharlaştırmacasına ateş etmediğimiz oyunları çekici kılmak için güzel bir çevre gerekiyor. Yüksek görüntü kalitesi, muhteşem grafiklerden bahsetmiyorum. Sokakta yürürken dikkatinizi çekecek tarzda ilginç unsurlardan bahsediyorum. Dear Esther veya Oxenfree buna çok güzel birer örnek olurlar. İçerisinde bulunduğunuz dünyada gezmekten ve hikayeyi dinlemekten, etrafınızdaki doğal güzellikleri takdir etmekten başka yapabileceğiniz hiçbir şey yok veya hikayeden bağımsız, duvara kazınmış bir yazı, bulduğunuz bir kaset ve içerisindeki kayıt. Sonrasında da yine hikayeden bile daha çok hoşunuza bile gidebilecek yan hikayeler…

ÜÇ! Korku; oyunlar korku oyunu, tabii ki de korku önemli bir unsur olacak ama öyle Jump Scarelardan bahsetmiyorum. Oyunun atmosferinin, oynanışının, sizi düşürdüğü durumların yaşattığı korkudan bahsediyorum. İyi bir korku filminde olduğu gibi, izleyicinin (bizim için bu oyuncu) aklını belirli stratejiler ile karıştırıp korku hissini sürekli aklının bir köşesinde canlı tutabilmeleri. Bunun en kolay yolu ise; gerilim müziği ver, gerilim müziği ver, korku unsurunu koy, gerilim müziği ver, gerilim müziği ver, korkutmak yerine güldür oyuncu biraz sakinleşsin, tam rahatladım diye düşünürken korku unsurunu tekrar suratına bir tokat gibi çarp. Böylelikle oyuncu sürekli diken üzerinde, sürekli bir yerden bir şey gelecekmiş korkusu ile oyunu oynamaya devam etsin.

DÖRT! Çaresizlik; her ne kadar kimse annesinin karnından bazuka kullanma yeterlilik sertifikası ile doğmamış olsa da, oyunlarda her zaman saf güce sırt dayadığınızda öyle ya da böyle kendinizi kurtarabiliyorsunuz. E, elinizdeki grenade launcher’ı aldıklarında ne oluyor? Bıçak ve fenerle öyle sap gibi kala kalıyorsunuz. O an yaşanan, ben şimdi ne yapıcam yieehehe?! hissi var ya, çevredeki kitabı bibloyu bile yaratığın üzerine atamadığınız bir hali ile düşünün. Benim ensemden soğuk terler boşalmaya başlıyor. Karanlıkta, bir dolabın içerisinde çıt çıkartmadan öcünün gitmesini beklerken PC başında nefesimi tutuyorum genelde. Küçükken dolabın içerisindeki yaratıklardan korkan ben, peşimdeki yaratık beni yakalamasın diye bu canavarlara kollarımı açarak sarılıyorum öyle durumlarda.

Kaçabilirsin ama saklanamazsın oyunlarına bir kaç örnek verelim. Merak etmeyin! Herhangi bir şekilde spoiler‘a maruz kalmayacaksınız. Daha önce de bir kaç defa bahsetmiş olduğum üzere bu tarz oyunlar tamamiyle hikaye tabanlı oyunlar oldukları için, en ufak spoiler bile oyunun vaat ettiği zevkten çalacağı için NO SPOILERS!

Amnesia

2010 yılında çıkıp da YouTube’da bir furya haline gelen Let’s Play videolarının çekirdek malzemesi haline gelen bu oyun, gelecek yıllarda çıkacak benzer oyunların tarafımdan öncüsü olarak kabul ediliyor. Fakat Frictional Games’in bu tarzdaki ilk oyun değil, Penumbra da Kaçabilirsin ama Saklanamazsın Oyunlarına dahil edilebilir. Oyunun adından da anlaşıldığı üzere karakterimiz bir unutmuşluk durumundan müzdarip.

Oyunun daha detaylı incelemesi için:

Amnesia: The Dark Descent

Outlast

Amnesia sonrasında kendisine çok benzeyen türevleri ortalığı kasıp kavurmaya başlamış olsa da, Outlast serisi bu türe yeni bir soluk getiriyor ve zamanda bir sıçrama yaparak, tarzı günümüzde geçen bir hikayeye uyarlıyor. Bir akıl hastahanesinde insanlık dışı deneyler yapıldığına dair bağlantılarından bilgi alan serbest araştırmacı gazeteci Miles Upshur’un olay yaratacak hikayesini yazmak için çektiği çileleri oynuyoruz. Amnesia’nın oynanış tarzına oldukça benziyor; kaç, koş, saklan zaten temel bileşenlerimiz, bunun yanında Amnesia’da elimizdeki gaz lambası gece görüşü olan bir kameraya dönüyor. Koridorlarda koştururken bir de aradan kalem pil peşlıyoruz ki, karanlıklarda kalmayalım.

Soma

Frictional Games’in Amnesia’dan sonra yaptığı ilk oyun. Amnesia gibi bir oyunu çıkardıklarını düşünürsek, Soma’dan beklentinizi oldukça yüksek tutabilirsiniz. Outlast’ın kattığını ödünç alan oyun, günümüzde geçmekte. Amnesia’ya kıyasla da daha fazla yan hikaye sunuyor olsa da yapımcı ekibin en çok sevdiği şey beynimize bir şey olmuş, ne olmuş onu bulalım olduğu için, yine aynı şekilde beynimize bir şey olmuş ne olmuş onu bulmaya çalışıyoruz. Ayrıca bana biraz da Bioshock’un ilk oyununu hatırlatmış olması da bu oyunu bu listeye sokuyor.

Layers Of Fear

Layers of Fear artık hikayenin çok daha önemli olduğunu ön plana çıkartan dönüm noktası oyunlarından. Bir ressamın varoluşsal sıkıntılarını deneyimliyoruz, ki bu işler ile uğraşan arkadaşlarımdan duyduğum üzere adamın yaşadığı buhranlar gerçekten gerçekmiş. Yaşadığı tribi de oldukça güzel aktarıyor. Oyunun en güzel yanlarından bir tanesi, jump scareları. Sizi kesinlikle alıştırmıyor ve her seferinde koltuğunuzdan biraz daha zıplamanızı sağlıyor.

Conarium

Ph’nglui mglw’nafh Cthulhu R’lyeh wgah’nagl fhtagn.” Rahat uyu, yüce karanlık lordumuz Cthulhu! Lovecraftian muhteşem bir oyun. Deliliğin Dağlarında(At the Mountains of Madness) adlı romanın devamı niteliğini taşımakta.

Lovecraftian oluşundan ötürü herhangi bir şeyden dolayı terörize edilmek üzeresiniz hissi ile oynuyorsunuz. Lovecraft’ın akla mantığa sığmaz muhteşem korkunçluklarını başarı ile gözler önüne sermişler. 3 kişilik bir ekip elinden çıktığını da düşünürsek oyun tam bir başyapıt. Benim için en büyük süpriz ise, credits ekranına bakarken gördüğüm bu üç kişinin ismi oldu, Onur Şamlı, Oral Şamlı ve Galip Kartoğlu. Kabus22’den bu yana bir oyunun Türk yapımı oluşu beni bu kadar çok şaşırtmamıştı. Ülkemin elinden böylesi başarılı ürünler çıktığını görmek beni çok mutlu ediyor.

Ana hikayenin yanında, eğer Cthulhu mitosuna biraz hakimseniz etrafta hoşunuza gidecek bir sürü ufak gönderme bulacaksınız. Şimdi söyleyeceğimi bir spoiler değil de, öneri olarak almanızı istiyorum; oyunun iki tane sonu var. İkisini de görün.

Yorumlar