Oblivion’un Kapıları Taştan, Sen Çıkarttın Beni Baştan – The Elder Scrolls 4: Oblivion
Ey okur, hani olmaz olmaz bir gün görüşürüz de konu bir şekilde Elder Scrolls serisine gelirse ve bana “Hacı, (çünkü ortam gayet geniş bir ortamdır) her yerini görmediğine kesin emin olduğun Elder Scrolls oyunu hangisidir?” diye sorarsan şak diye “Oblivion” derim.
Gerçi kabul, Daggerfall diye bir oyunu daha var, hatta bu oyunlar zindanlarını random oluşturduğu için pratikte hiçbirimiz kesinlikle oyunun her yerini göremeyeceğiz, ancak Daggerfall’un denizde kum, ormanda yaprak kadar sık çökmesinden ötürü oynayamadığımızdan, zaten çok da mümkünatı yok gibi görünüyor o işin. Gerçi Bethesda dediğin fatal bug’lı oyun yapmazsa ölür kalır, başına meteor falan düşer, bu senelerden boyu değişmeyen bir gerçek olarak kaldı da, o işin başlangıcı Daggerfall.
Neysemney, Oblivion hayvan gibi bir oyun. Radiant AI sistemi ile geliştirilen random questlerin yanı sıra, oyunun kendi yan görevlerinin sayısı o kadar fazla ki, yüzlerce saat harcatabilir kıvamda. Ki bunu da modları ve eklenti paketlerini eklemeden diyorum. Bunu net söyleyebilirim. Günümüz standartlarında veri boyutu açısından küçücük fıçıcık içi dolu turşucuk ebatlarında olsa da (1 DVD olması lazım, dünyanın geldiği hale bak yahu) içindeki dünyanın büyüklüğü insanı bu gün bile şaşırtıyor.
Lakin yine bir Bethesda klasiği olarak acayip banal bir ana hikayesi, acayip ilginç yan hikayeleri olan bir oyun. Katiller loncasına girmek için bilumum insanları katlederken, adamın oturduğu koltuğun üstündeki geyik kafasının vidalarını gevşetip o sayede nanaykent’e tayinini sağlamak gibi şeyler yapabiliyorsunuz mesela, ana hikayeyse işte “kral öldü, her tarafta pıtrak gibi Oblivion kapıları açılıyor, bi el at kardeş yeaa; şunu getir, bunu bul” gibi resmen standart RPG görevi (SRG) olarak adlandıracağım tıynette. Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim, oyuna hala kin doluyum, çünkü oyun bitsin diye ana hikayeyi tamamlamaya çalışıyordum ve yani eh be kardeşim ya. O son görev ne öyle be?
Şimdi şöyle diyeyim, ben Elder Scrolls oyunlarında genelde iki tip karakter oynuyorum. Birincisi, ve neredeyse refleksif seçtiğim karakter, elinde oku, gölgelere pısıp kritiğin allahını çaktıktan sonra kutudur, kapıdır açmadık/yağmalamadık şey bırakmayan yarı hırsız, yarı okçu bir karakter. Doğal olarak bu karakteri besleyip büyütmek çok acılı, zira üstümde tişört kıvamında bir zırhla dolandığım için en başlarda oku atıp öldüremediğim, elinde benim kadar bir tokmak taşıyan ork gelip tek vuruşta karpuz gibi baştan başa yarabiliyor benim karakteri. Ki yarıyor da çoğunlukla. Sonraları daha iyi zırh olsun, karakterin bonusları olsun kaçabileceği kadar gelişiyor da, en başlar bayağı acılı.
Diğeri de büyücü karakter. Elinden yıldırım, alev gibi elementleri basıp eğer çok sıkıntı çıkacaksa yaratık peydahlayıp ortalığı karıştırarak, ortamdan şifa büyüsü basarak, “oy oy oy anam anam anam” diyerek uzaklaşan bir arkadaş. Bu adam oyunun en başından en sonuna kadar yarılma tehlikesi taşıyor zaten.
Bu detayı verdikten sonra son göreve gelelim. Şimdi Bethsoft’taki (asker arkadaşım çünkü) arkadaşlar bu oyunu, yürüyen soba kıvamında elde çift ağızlı balta ile ortamda hareket eden her şeyi keseceğimiz varsayımıyla yapmışlar. Zira son görevde Martin’i bir nevi karşıdan karşıya geçirme mesafesinde korumamız gerekiyor, ama YERDEN GÖKTEN AYI GİBİ düşman yağarsa benim sneaksever okçu ve büyücü karakter n’apacak? Gerçi yaptım mı yaptım, oldurdum mu oldurdum o ayrı, ama çok küfrettim, o da bir gerçek.
Oyunun çıktığı zaman aldığı en büyük eleştiri leveling sistemi bu arada. Bethsoft demiş ki, “abi bu oyuncular level atladıkları zaman milleti kıtır kıtır kesiyor, sonra da bayıyorlar bırakıyorlar. Biz haritayı noobieland-midland-highlevel land diye bölmek yerine level scaling sistemi getirelim. Oyuncu nerede olursa olsun kendine denk adamlarla kapışsın. Neşe dolsun.”