Slay The Spire – Kartlı Martlı Roguelike
Kart Oyunlarını Oynayamayan Bir Kişinin Gözünden Kart Oyunları
Gelin efendiler oturun şöyle bir. Bu yazımızda konu alacağımız oyunun adı Slay the Spire ve bu haftalarda saatlerimi oldukça işgal eden bir halde kendileri. Ki işin ilginci ben kart oyunu oynayamayan bir insan olmama rağmen bu oyuna bağımlı oldum.
Şimdi bu işin miladı 1997 yılına gider, bir kurban bayramı Pazar gününde minik Özgür babasının elini öpüp harçlığını almıştır ve bu harçlığı tatbik edecek yer aramaktadır. O dönemde açık olan ve bir şekilde Magic The Gathering’in Portal adında starter destesini getirmiş Robinson Crusoe adlı kitabevine yolu düşer. Fiyatı ile alınan harçlığın denk olması can sıksa da alınır eve gelinir. Heyecan içinde kutu açılır, içinden 70 kart ile iki tane player sheet çıkar. Belki biliyorsunuzdur bu player sheetler üstünde hitpoint’in bulunduğu, çekilecek kartların ve harcanan kartların yerlerinin hazır olduğu yatay, kuşe kağıttan yapılma ve güzel çizimli şeylerdir.
O akşam kendi kendine birkaç oyun oynar ama eğlenceli değildir. Ertesi gün okula götürür ama o dönemde henüz kimsenin böyle bir konseptten haberi olmadığı için kös kös geri gelir o deste. Senelerce de öööyle durur. Akabinde de dershanenin verdiği klasörün üstüne yapıştırırım o kartları biter gider.
Nitekim bu MtG olayı benim bu kartları atmamı beklermiş gibi ben kartlardan umudu kestiğim anda okulda parlar. Ama o dönemde benim bilmediğim abuk subuk kurallarla, kart özellikleri ile falan gelmiştir. Milletin destesiyle oynarım birkaç el ama çok bir şey anladığım söylenemez. Şahsen, kartların flavor textleri ve ortaya koydukları dünya daha fazla ilgimi çekmektedir ki zaten tepsekrifays tayfasından rpgci tayfaya transfer olmuşumdur çoktan.
Dolayısıyla tamamen kart oyunundan müteşekkil bu oyunu oynamak neden benim bu mevzuya uzak kaldığımı gösteren bir şey oldu. Bu uzun girizgahın nedeni sizi bu yazının yazarının “oo kart oyunu alırım bir dal” kafasında olmadığını ifade etmekti bu arada.
Slay the Spire: O Kule Çıkılacak Arkadaş!
Slay the spire dediğimiz oyun Megacrit Games tarafından yapılan ve early access’te olan bir oyun. Oyunda 3 adet class var (2’si ana oyunda var üçüncüsü de bu yazının yazıldığı yazı tarih itibariyle betadaydı. Ama bu yazı yayınlandığı zaman ana oyuna geçmiş olabilir): Vurdu kırdı üzerine destesiyle Fighter, poison ve sneak saldırıları ile Rogue ve büyü kartları ile Robomage. Oyunun başında hangi sınıfı oynayacağımızı seçiyoruz ve sınıfımıza özel 12 karttan oluşan bir deste ile oyuna başlıyoruz. Daha sonra rastgele şekillenen bir harita üzerinde ilk canavar odamızı seçerek başlıyoruz. Burada her oda bir encounter demek değil bu arada. Haritamızda çeşitli kararların sonucunda bize ödül veya ceza verebilen encounterların olduğu soru işaretli yerler, kart, relic ve iksir alabildiğimiz dükkanlar ve ister dinlenip hp toplayabileceğimiz, istersek de kart upgrade edebileceğimiz kamp alanları da var. “Kart ne, relic ne, iksir kime?” gibi sorular sorduğunuzun farkındayım, geleceğim oraya da.
Şimdi bu oyun bana MtG ve Hearthstone gibi deste üzerinden giden kart oyunlarını neden oynayamadığımı çok net ifade ederek işin illa ki böyle olmak zorunda olmadığını gösteren bir oyun oldu. Başta 12 tane kartınız var demiştim ya, her encounter’ın sonucunda destenize kart ekliyorsunuz. Dolayısıyla her run’da değişen bir desteniz oluyor. Bir oyunda block ile sinerji oluşturan bir deste oluştururken, diğer oyunda tamamen saldırıya yönelik bir desteniz olabiliyor. Olay tamamen şartlara ve reliclere bağlı. Relicler dediğimiz şeyler ise sizin karakterinizle beraber kalan ve ister dükkanlardan alabildiğiniz, isterseniz de elite encounterlarda edindiğimiz ve bize perk veren şeyler. Mesela fighter kardeş kendisini her combat sonrasında 6 hitpoint heal eden bir relicle başlıyor. Kimi relicler var, gold aldırmıyor ama size ekstra bir mana puanı veriyor; veya ilk turda 10 zırh veriyor falan filan. Yani bu relicler ile karakterimizin çeşitli quirkleri oluyor ve destemizi kullanarak spire’ın tepesine çıkmaya çalışıyoruz.
Her bölümün sonunda bir büyük boss çıkıyor. Bu bosslar da randomize bu arada, yani ilk kısımda şu çıkacak diye bir şey diyemiyorum. Ama her oyunda harita yukarıdan aşağı inerken en sonda kiminle kapışacağınızı görüp ona göre bir planlama yapmanız mümkün.
Şimdi gelelim işin combat kısmına, bir kere oyundaki bu olay acayip tempolu ve bu temponun hızı sizi kendine çekiyor açıkçası. Bu mekaniği anlatırken karakterin relicsiz olduğunu varsayıyorum. Her turda 6 kart çekiyorsunuz ve 3 mananız var. Her kart bir eylemi ifade ediyor, işte saldırı, defans, shiv atma falan gibi. Defans çektiğinizde karakterinize 5 hasarı absorbe etme yeteneği veriyorsunuz. Karakterimizin str ve dex olarak ifade edilen ama hiç bir istatistiğe gelmeyen iki özelliği var, str artınca hasarınız artıyor, dex artınca blok miktarınız. Yani bir anda standart saldırılarınız 5 + str miktarı kadar hasar vuruyor, bloklarınız da 5 + dex kadar blokluyor.
Oyun tur bazlı, siz eylemlerinizi yapıyor ve end turn’e basıyorsunuz. Bunu yaparken de karşınızdaki yaratıkların bu turda ne yapacaklarını görüyorsunuz. İşin gerilimli kısmı da burada başlıyor zaten. Karşınızdaki yaratıklar toplamda 32 hasar verecekken siz elinizdeki kartlarla bu hasarı azaltmaya veya karşınızdakini nasıl yok ederim derken ayak üstünde bayağı hızlı biçimde toplama çıkartma yapmaya başlıyorsunuz.
İksirler dedik, iksirler de tur sizdeyken istediğiniz zaman kullanabileceğiniz ve çeşitli etkileri olan şeyler. Kimisi karşınızdakine hasar veriyor, kimisi size o encounter için belli bir özellik veriyor, kimisi de düz heal ediyor falan. Bir iki gün önce bu konuda ciddi bir update’de geldi ve iksir sayısı bayağı arttı. Hepsini görebilmiş değilim henüz ama bayağı artmış deniliyor.
Oyunda halihazırda iki, planlanan üç adet oynama modu var. Birincisi düz, kuleyi tırmanmaca; ikincisi daily run denilen ve developerların koyduğu çeşitli zorluk ve kolaylıklara sahip, dünya ile beraber oynayarak en yüksek puanı kazanmayı hedeflediğiniz mod ve en son olarak (ve henüz aktif olmayan) infinite dungeon modu. Bunda ise adından da belli olacağı üzere yenilene kadar oynayacaksınız. Daily Run’lar geliştiriciler tarafından oyuna eklenen şeylerin oyuncular tarafından test edilmesi için de kullanılabiliyor mesela bu iksir güncellemesi yapıldığı zaman daily run’da bir araba Alchemize adında ve elinize rastgele bir potion getiren kartla başlıyordunuz.
Kısacası benim sevdiğim bir oyun oldu Slay the Spire.
Diğer Oyunlar Varken Neden Slay the Spire?
Açıkçası bu soruyu yanıtlandırmadan böyle bir değerlendirmeyi bitirmenin doğru olduğunu düşünmüyorum. Bu oyuna rakip olarak aklıma gelen ilk oyun Hearthstone, ama yanlış bir karşılaştırma olduğunun farkındayım. HS daha çok deste düzenleyip bu deste ile şekillenen bir strateji üzerinde şekillenen bir oyun. Yani siz combata girmeden belli bir beklenti ile giriyorsunuz ve çatışmadan çatışmaya şekillenen bir desteniz yok, dahası HS’un temposu ile bu oyunun temposu aynı değil. Bu oyun roguelike olmanın verdiği enerji ile en geç 40-45 dakikada sonuçlanıyor ve karşınızdakiler insan olmadığı için hem siz end turn diyene kadar bekliyorlar. Ayrıca bir oda bittikten sonra (daily run haricinde) eğer canınız sıkıldıysa save&exit diyerek desteyi saklayarak daha sonra devam etmek mümkün.
Eğer derdiniz kendi destenizi önceden oluşturup çatışmaya öyle girmekse StS yanlış bir oyun olabilir sizin için. Zira demiş olduğum üzere bu oyunun temel argümanı her oyuna özel organik biçimde şekillenen bir deste.
Diğer roguelikelar ile kıyasla bu oyunda rng’nin olduğu yerler kart seçim ekranları ve o elde elinize gelecek kağıtlar seçilirken oluyor. Karşınıza çıkan düşmanların neler yapacaklarını önceden görebildiğiniz için buradaki zorluk eldeki kartları düzgün kullanıp, minimum zararla maksimum hasar vermeye çalışmak. Bu da anında taktik değiştirme, kayıplara alışma ve onlarla beraber devam etme gibi özellikleri getiriyor size. Açıkçası bu oyunu oynadıktan sonra, tuhaf biçimde, hearthstone oynayışım daha kaliteli hale geldi.
Yine de almadan önce youtubelardan bakıp incelemenizi öneririm. Grafiksel açıdan henüz çok öyle abartık olmaması patatesten hallice bilgisayarlarda bile çalışmasını sağlıyor (bu yazının yazıldığı 1.60 celeron işlemciye ve 2gb ram’e sahip ve yazı yazarken bile arada sırada tıkanan makinede bile canavar gibi çalışıyor, öyle diyeyim). Tek eksiği mobil arabiriminin olmaması, o da olsa tadından yenmeyecek bir hale gelecek. Ama belki ilerleyen günlerde onu da yaparlar, kim bilir.