Sunless Sea: Tayfalarını Yiyen Kaptanın Hikayesi
Sadece denizde değil, özellikle Londra’ya geldiğinizde de (ki oyun boyunca sık sık geleceksiniz) bir sürü şeyle karşılaşıyorsunuz ve şehir nispeten güvenli görünmesine rağmen sizi temin ederim ki öyle değil, buluşacağınız adamın yanına giderken birden “Başında bir ağrıyla filanca sokakta uyanıyorsun,” gibi bir cümle görebilirsiniz. Şehirde tanışabileceğiniz bir sürü insan var; buradan erzak alabiliyor, size katılmak isteyen tayfalarla konuşabiliyor ve görev alabiliyorsunuz. Hatta oyunda romantizm de mevcut, aşık olup evlenip çocuk bile yapabiliyorsunuz ki bu kısım bana biraz Sid Meier’s Pirates!’i anımsattı. Tabii o çok daha neşeli bir oyundu.
Bütün Roguelike oyunlar gibi (bilmeyenler için bu deyim zamanın efsane oyunu Rogue’dan gelir, bir zamanların “Doom gibi”si gibi bir şey), Sunless Sea oyuncuya açık bir dünya ve çok geniş keşfedilecek alan, satın alınabilecek tonlarca malzeme ve savaş sunuyor. Roguelike oyunlar genelde zorlukları ve acımasız olmalarıyla bilinirler, mesela karakteriniz öldüğünde geri dönüşü olmaması gibi öğeler Lovecraftvari temayla birleşince iyice tedirgin edici oluyor. Oyun bunun için iki save modu ayarlamış; sadece limanlarda ve karakteriniz öldüğünde autosave yapan “Unforgiving Mode” ve istediğinizde manuel save edebilmenizi sağlayan “Merciful Mode”. Ancak ikincisinin roguelike oyunların genel raconuna biraz ters düştüğünü belirtmeden geçmeyeyim.
Oyunda sürekli “öleceğim” korkusuyla etrafı kurcalamanın tadı bambaşka. Siz oyunu oynarken sağ tarafta şakır şakır bildirim gelmesi de cabası; “Erzak bitti!” ,”Senin adamların akıl sağlığı vardı ya, işte artık yok !” gibi şeyler çıkınca insan ister istemez strese giriyor, tabii tayfa da öyle. Zaten denizleri dolaşmaktan başka çareniz yok, ancak bu şekilde Echo kazanabiliyorsunuz ve Echo, bu evrenin para birimi. Echo’nuz olmadan hiçbir şey yapamazsınız, erzak filan alamazsınız (Zaten Fallen London’un ilk ismi Echo Bazaar da bunu demek istiyor). Tüm erzak bitip de açlık tavan yaptığında tayfanızı yiyebiliyorsunuz. Evet yanlış okumadınız. Tuhaf mürettebatı olan gemiler, sudan çıkan canavarlar, hastalıklar, şehirdeki otoritelerin denizden kapmış olabileceğiniz tuhaflıkları fark etmesi derken hayatınız tam bir kabusa dönüşüyor. Ama güvenli bir uzaklıktan baktığınızda, ya da başınıza gelenleri bir başkasına anlatmayı denediğinizde fark ettiğiniz kara mizahın lezzetini bugün hiçbir oyunda bulmanız pek olası değil.
Yalan söylemeyeceğim oyun zor. Çok zor, hatta arada bırakabilirsiniz, ama sırf hikayeleri merak ettiğiniz için geri döneceksiniz. Zaten oyun da size acı gerçeği baştan söylüyor; ilk kaptanınız muhtemelen ölecek (Benim muhtemelen ikincisi, üçüncüsü filan da gidici). Sonrakiler başarabilir. Size Unterzee’de bol şans.
(*) Mesela dördüncü şehir, Moğol şehri olan Karakurum, Fallen London’dan da önce çıkan The Silver Tree de bunun öyküsünü anlatıyor. Bu evren için yazılmış hikayeler çok detaylı ve incelikli, keşke kitabı çıksa da okusam dedirtiyor. Fallen London hikayelerini konu alan Knife& Candle adında bir masa üstü rol yapma oyunu da geliştiriliyordu, ama 2013’te iptal edildiği duyuruldu. Umarım Failbetter Games bize dediği gibi ilk kaptanın ölmesinden gocunmamıştır ve ilerde bu hikayeleri daha ayrıntılı okuyabileceğimiz ürünler görürüz.