En Meşhur’un Geçmişi – Wolverine: The Origin
Marvel aleminde en önemli ve en popüler mutantlardan birisi hiç şüphe yok ki Wolverine. Bu denli popüler bir karakter olmasında en önemli etmenlerden bir tanesi de geçmişinin ve aslında kim olduğunun -kendisi için bile- büyük bir sır olması, ya da olmasıydı. İçimden bir ses buralarda bir yerde bir Wolverine incelemesi olduğunu söylüyor. Kandırmış ama beni. Vay be. Bu devirde içindeki sese bile güvenmeyeceksin.
Karakter hakkında hızlı bir özet geçmek gerekirse Wolverine pek çok savaşa katılmış ve pek çok kirli görevde yer almış bir mutant. Yetenekleri arasında gelişmiş duyular, yenilenme yeteneği ve ikonik hale gelmiş olan pençeleri var. Başlarda kemikten olan bu pençeler sonradan “adamantium” adı verilen bir metalle kaplanıyor, tıpkı karakterin bütün iskeleti gibi. Sonrasında Weapon Plus programına alınıyor ve bildiğimiz haline kavuşuyor. Buradan öncesini ise Weapon Plus programında bellek baskılayıcılar ve hafıza silme işlemleri yüzünden ne hatırlıyor, ne de biz biliyoruz. Weapon Plus böyle acayiplikler olan bir yer zaten, akıllanmayan manyaklarla dolu bir yer. Hakkında daha fazla bilgiyi şuradan alabilirsiniz:
Wolverine Ne İlk, Ne de Sonuncuydu: Weapon Plus Programı!Gelelim Origin hikayesine. Azami hassasiyeti gösterecek olsam da bazı şeyler spoiler olabilir. O yüzden çok detaylara girmeden hikayeyi anlatmak istiyorum. Wolverine’in bizim bildiğimiz adam olmadan önce kim olduğunu, doğumundan başlayarak anlatan bir hikaye The Origin. Ailesi ve yakın çevresindekilerle iletişiminden gençliğinin ve yetişkinliğinin ilk yıllarına kadar olan süreci takip edebildiğimiz seri Bill Jemas, Joe Queseda ve Paul Jenkins’in eseri olan, Andy Kubert ve Richard Isanova tarafından görselleştirilmiş bir seri olarak raflara çıktı. Seri diyorum zira aslında altı sayılık bir seri olarak Kasım 2001 ile Mart 2002 arasında basıldı, ülkemizde ise tek bir ciltte toplanmış olarak yayımlandı.
Serinin ilerleyişi az çok Marvel klişelerine bulanmış şekilde: Zorda kal, içinde gücü bul, ayakta kal, biraz daha dayak ye, tekrar ayağa kalk, bu sefer döv, arada mesajını ver falan. Hikayeyi özel kılan ise, işleniş şekli olmuş. Mutant güçlerinin çok büyük bir kısmının sonradan ortaya çıktıklarını biliyoruz. Bu güçler ortaya çıkmak için genelde karakterlerin büyük bir stres altında olduğu, büyük duygu durum değişiklikleri yaşadıkları ya da ölüm ile yaşam arasında kaldıkları anları bekleme huyuna sahipler, çocukken X-Men izleyip mutant güçlerim ortaya çıksın diye camdan nasıl atlamamışım çok büyük merak ediyorum, ama konu ben değilim; Wolverine. Yazarlar bu defa güçlerin –her ne kadar çok çok daha önce fark edilmiş olsalar dahi- ara sıra tekmeleseler de kendilerini ortaya çıkartmak için beklemelerine karar vermiş. Bu yerinde de bir karar olmuş aslında, zira 10 yaşında mutant özellikleri “Arada bir tekmelemek” yerine yavaş yavaş gelişseydi kıllı arkadaşımız hala 12 yaşında gibi görünüyor olabilirdi. Daha da önemlisi, Wolverine’in bütün o yalnızlığını anlamış yazarlar. Hayatı boyunca dışlanmış ve sadece kendisine değer veren birkaç kişi için yaşamış bir adamdan bahsediyoruz burada. Hikayeye buram buram bir merhamet hissi gizlenmiş, hem genç James’in acılarını görüyoruz hem de onunla bağ kurabiliyoruz. Mızmız, suratsız kişiliğinin nasıl piştiğini görünce ona hak vermemek imkansız hale geliyor.
Yine de, her ne kadar vasatın üstü bir eser de olsa, beklentileri tam olarak karşılayan bir hikayeyle karşılaşmıyoruz. Ben Affleck’in Batman’inin orijin hikayesi herkesin malumudur mesela, ara sokak ve Joe Chill’in doğrulttuğu silah herkesin bildiği bir şeydir ancak o hikayeyi ikonik hale getiren şey incilerdir, evet Martha Wayne’in saçılan incileri. Açıkçası böyle ikonik bir şey olmasını beklerdim, ne de olsa Marvel’in en önemli karakterlerinden birisi söz konusu.
Çizgi romanın geneline hakim olan renk tonları için söylenecek tek bir söz yok, çok başarılı bir renk paleti seçilmiş ve geçmişe dair bir şeyi anlattığını ilk andan itibaren hissettiriyor. Bu sayede kitabı okurken içine çekilme hissi artıyor, hatta bu açıdan bakıldığında hikayeden daha iyi bir iş yapmış bile denilebilir.
2013 yılında devamı da yazılan seri Gerekli Şeyler tarafından Türkçe’ye de çevrildi. Okuması keyifli bir kitap, ancak Marvel’in daha parlak renkli hikayelerindense grafik roman mantığına daha yakın, ve sırf Wolverine hikayesi diye aksiyona doymayı bekleyerek okuyacaksanız hayal kırıklığı sizi bekliyor.
- Kitapta Wolverine ile geçmişinden bağı olan “Dog” karakterinin Sabertooth olup olmadığı epey bir spekülasyona neden olmuştu, ancak sonrasında yazar kanadından öyle bir ilişki olmasına ya da olmamasına dair bir şey planlamadıkları, yine de isterlerse gelecekteki yazarların bunu kullanabileceği açıklanmıştı. Daha sonra Sabertooth’un geçmişini anlatan çalışmalar da yapıldı, ve bu çalışmalarda her ne kadar Logan ile Sabertooth’un geçmişleri benzese de Wolverine’in orijinindeki Dog’un vahşi avcı mutant olmadığı belli oldu.
- Sabertooth’un da çocukluk lakabı “Dog” bu arada, muhtemelen Wolverine: The Origin’e bir gönderme olarak.
- Wolverine’in büyüdüğü ev de bir malikane, ve malikane içindeki ilişkilerde bir X-Men alegorisi dikkat çekmekte. Bunu kitabın yarısını spoil etmemek adına daha fazla açmıyorum.
- Wolverine’in mutant olduğu, mutant kavramı bilinmeyen toplumda sadece hissedilebiliyor ve bu duruma verilen tepkiler dönem Amerika’sını oldukça iyi yansıtmakta. Bu kitapta yer almasa da, yetenekleri nedeniyle takılan lakapların belki de en uzun süre kullanılmış olanı, 2. Dünya Savaşı’nda Kaptan Amerika ile birlikte savaşırken almış olduğu “Şanslı James” lakabı.