Günaha Son Çağrı – Alice Cooper ve Neil Gaiman Bir Araya Gelirse…

Zaman zaman dönüp, “Neden yaşıyorum?” ya da “Hayatım hep böyle mi sürecek?” dediğiniz oldu mu? Sevmediğiniz bir işte çalışırken, ya da diplomanız olsun diye öylesine, puanınızın yettiği bir bölümde okurken kendinize “Ben ne yapıyorum?” diye sordunuz mu hiç? Ve en önemlisi, “Benim farkım ne olacak? Hep diğerlerinden biri mi olacağım?”

Tam bu anlardan birinde, karşınıza Alice Cooper çıkıp da “Gel, benim sahnemde rol al ve bir daha hiç günlük sorunların olmasın! Asla yaşlanma! Asla hiçbir şeyden korkma!” dese, ne yanıt verirdiniz?

Küçük Steven’ın başına gelen tam olarak da buydu işte. Steven, çoğumuzdan farksız naif, silik, arkadaşlarının sık sık dalga geçtiği bir yeni yetmeydi. Küçük, ketum, sıradan bir Amerikan kasabasında yaşıyordu. Ona brokoli yedirmeye çalışan bir annesi vardı. Cadılar Bayramı yaklaşıyordu, ama tüm arkadaşlarının “Ödlek!” yahut “Tavuk!” diye dalga geçtiği Steven eğleneceğini umabilir miydi? Geleceği belirsizdi, küçük bir kasaba insana ne sunabilirdi ki?

temptation-1

İşte tam bu noktada, Steven ve arkadaşları ara sokakta bir tiyatro görürler. Tabelasında “Gerçeğin Tiyatrosu! En Grand Guignol!” yazmaktadır. Onları, Alice Cooper’a fazlasıyla benzeyen bir şovmen karşılar ve içeri davet eder. Steven’a “Tavuk” lakabı takmış “cesur” arkadaşları birer birer yan çizer ve kahramanımız içeri girmek zorunda kalır. Bu tiyatroda hem gizli arzularıyla ve kendini onlara ulaşmaktan men eden korkunç ataletle yüzleşecek, hem de güzel Mercy ile tanışacaktır.

Aynı gece, babası Steven’a kendi çocukluğundan hatırladığı bir adamdan bahseder; adam bir tiyatro işletmecisidir ve çocukları kaçırmaktadır… Hem bu, hem de Mercy’nin uyarıları Steven’ı çağrıya uymaktan alıkoyabilecek midir?

Neden mi bahsediyorum? Alice Cooper ile Neil Gaiman‘ın kafa kafaya verip yazdıkları The Last Temptation, yani Günaha Son Çağrı adlı çizgi romanın hikayesinden.

The Last Temptation? Alice Cooper’ın Albümü Değil mi O?

Aynen öyle! Çizgi romanın ortaya çıkış hikayesini özet geçmem gerekirse, bir gün Neil Gaiman’a Epic Records’tan bir telefon gelir. Telefonun ucundaki adam şöyle der; “Bir sanatçımız konsept albüm yapacak ve senin hayranın. Şey, aslında hepimiz hayranınız! Sandman filan. Neyse, sanatçıyla konsept hikaye üzerinde çalışır mısın?”

lt_7

Gaiman, bu sanatçının kim olduğunu sorar. Aldığı cevap, “Alice Cooper!” olur. İkisinin tanışma hikayesini Gaiman’ın eğlenceli, telaşsız ve özetlemenin ustası cümlelerinden okumak çok eğlenceli, bu yüzden sakın önsözü esgeçmeyin.

Cooper’ın Gaiman’dan istediği şey kısaca şudur; Alice Cooper’ın sahne kişiliği üzerine bir hikaye yazılması. Albümün hikayesi Cooper’ın alter egosu tarafından yönetilen bir sirke gelen Steven adlı bir ergen ve bu sirkte sıkışıp kalmış Mercy adında bir kız üzerine odaklanır. Cooper numaralarını sergiledikçe, Steven onu sürekli uyaran Mercy’ye rağmen “yöneticinin” tuzağına düşmeye ve sirkten ayrılmak istememeye başlar.

temptation-2

1994’te çıkmış bu albüm, çok başarılı olmuş ve pek çok eleştirmen tarafından Alice Cooper’ın “en iyi albümü”, ya da “olgunluk dönemine geçişi” olarak tanımlanmıştır.

Neil Gaiman + Alice Cooper = Sonuç Ne?

Adından da anlayacağınız gibi, Günaha Son Çağrı bir baştan çıkarılış hikayesi. Gidişat hatta konsept olarak biraz Coraline’i andırıyor. Ancak Coraline kadar çocuksu değil, albümdeki Lost in America gibi şarkılarla özdeşleşen, küçük kasabalardaki düzeni, durağanlığı ve burada yetişen genç neslin haklı umutsuzluğunu eleştiren satırlar göreceksiniz. Cooper ile Gaiman, Amerikan kasabası zihniyetinin ülkeye hastalık gibi yayıldığı konusunda fazlasıyla anlaşmışlar ve bu doğal olarak esere de yansımış.

Çağımızın vebası bu işte.

Çağımızın vebası bu işte.

(Bu noktada asıl üzüntüm, yaptıkları müzik sıradanlığa isyanın simgesiyken, bir Türk rock grubunun dahi Türkiye’deki kasabalar üzerine benzer bir çalışma yapmamış olmasıdır. Anadolu adını hep ikonik, güneşin doğduğu yer olarak filan görürüz.)

Birincisi, Sandman’deki gibi hayatın anlamını bulacağınız cümleler beklemeyin, hikaye çok daha hafif ve basit bir kurguya sahip, Neil Gaiman bunu önsözde kendisi de söylüyor zaten. Amacı, albümü dinlerken okunabilecek atmosferik ve eğlenceli bir şeyler yazmakmış. Eğer çizgi romanı benim yaptığım gibi albüm eşliğinde okursanız, tam bir bütünlük içinde olduklarını fark edeceksiniz; Gaiman sanırım albümü defalarca dinlemiş ve her başarılı yazar gibi hikayenin ritmini oluştururken, tempoyu albümden repliklerle desteklemiş. Okuyucuya hizmet olarak albümü burada paylaşalım.

Steven tam tiyatrodan içeri girerken kulaklarımda Alice Cooper’ın “Sorun ne evlat, korktun mu?” diyen sesini duymak beni inanılmaz eğlendirdi. Ya da tiyatrodaki tüm karakterler Steven’a “Buradaki her şey bedava!” derken şarkının Nothin’s Free’ye dönüşmesi harikaydı. Dua ederek uyuyan Stephen’in rüyası sırasında -bence albümün en başarılı şarkısı- Stolen Prayer’in başlaması tüylerimi ürpertti. Bunun gibi pek çok detayı kaçırmak istemiyorsanız, Günaha Son Çağrı’yı mutlaka Alice Cooper’ın albümü eşliğinde okuyun.

Kurgu için hafif denirken iddiasız olduğunu da düşünmeyin. Gaiman o döneme kadar yapılmış Rock’n Roll çizgi romanlarının pek çarpıcı olmadığını düşünmektedir ve “Neden iyi bir tane yapılmasın ki?” der. Sonra da, Sandman’de birlikte çalıştığı, okuyanların The Wake’teki efsane çizimlerini hatırlayacağı Michael Zulli‘yi arar. Zulli, projede yer almayı kabul eder. Kaligrafiyi ise, yine ödüllü bir isim olan Todd Klein halleder. Hikayede Alice Cooper bir tiyatroyu yönetmektedir ve tiyatronun esin kaynağı da bir zamanların ekolü Grand Guignol‘dür.

Peki Ama Nedir Bu Grand Guignol?

Grand-Guignol, Oscar Méténier tarafından doğaçlama performanslar için 1894’te Paris’te açılmış bir tiyatrodur. Özellikle vahşet, cinayet ve terör sahnelerinin gerçekçiliğiyle ünlüdür. Sergilenen oyunlar genellikle André de Lorde‘nin kaleminden çıkmıştır. Pek çok korku yazarının da oyunları (Mesela Edgar Allan Poe) burada sergilenmiştir.

lt_5

Grand Guignol, 293 koltuk ile Paris’in en küçük salonuna sahipti. Binası eskiden bir kilise olduğu için mimarisi ilk başlarda sıkıntılar çıkarıyordu, fakat oyunların korku teması oturdukça bu eski kilisenin gotik atmosferi çok işe yaradı. Gelenler sırf gösteri değil, ortam için de geliyordu. Locaların altında müşterilerin kiralayabileceği odacıklar vardı, sahnedeki gösteriden tahrik olanlar bu odalara çekilip baş başa kalabiliyordu – bu da oyuncuların bazen rolden çıkıp “Biraz sessiz olun orada!” gibi uyarılar yapmasını gerektiriyordu (Türkiye’de olduğunu düşünebiliyor musunuz?).

Bunun yanında, sahnede kullanılan özel efektler o kadar gerçekçiydi ki, seyirciler arasında şiddetin fazlalığından bayılıp kusanlar olabiliyordu. Tiyatronun ismi Lyon kültüründe çok bilinen bir kukladan geliyordu. Grand Guignol “Büyük Kuklanın Mekanı” gibi bir manaya geliyor. Grand Guignol’un ününün doruk noktası 1. ve 2. dünya savaşları arasındaydı, bu dönemde kraliyet üyeleri ve ünlüler tarafından ziyaret ediliyordu.

lt_4

İkinci dünya savaşından sonra müşterilerin sayısı azaldı ve sonuç olarak Grand Guignol 1962’de kapandı, bunun büyük bir nedeni de savaşın, yani gerçek şiddetin insanlarda bıraktığı etkiydi. O dönemin müdürü Charles Nonon “Buchenwald kadar olamayız. Savaştan önce seyirciler sahnede olanları imkansız sanırdı ama artık çok daha korkuncunun mümkün olduğunu biliyoruz,” demişti. Grand Guignol binası hala duruyor, günümüzde işaret dilinde tiyatro sergileyen bir örgüt olan International Visual Theatre‘a ait.

Özetle… 90’ları özlediyseniz, daha da ötesi 90’lardaki dehaları ateşleyen 19. yüzyıl konseptlerine meraklıysanız, Günaha Son Çağrı’yı mutlaka okuyun der, eseri dilimize çevirip basan Marmara Çizgi‘ye teşekkürü bir borç bilirim.

Yorumlar