İki Kişilik Kaybedenler Kulübü: Flowers of Evil
Öncelikle söyleyeyim, bu manga büyük ölçüde okuyan kişinin kendini kötü, umutsuz ve değersiz hissetmesi için ya da öyle kendisini böyle bir süreçte hissederken okuması için yazılmış gibi duruyor. Hal böyleyken kendinizi ne kadar mutlu, huzurlu ve rahat hissediyorsanız manganın vermek istediği mesajı bir o kadar ıskalayacaksınız. Bu nedenle Flowers of Evil’ı (Aku no Hana) en azından kendinizi kötü hissettiğiniz bir döneme saklamanız en iyisi olur. Sebebine bitiş faslında değineceğim.
Çoğu manga (hakeza çoğu anime) okuyucusunun kendisini iyi hissetmesi, eğlenmesi ya da en azından deşarj olması için vardır. Bunun için de çoğu zaman izleyicinin yaşadığı ya da yaşayabileceği koşullar değil de yaşamak isteyebileceği gerçeklikler kurgulanır. Karşı cins ile aradaki mesafe hiç olmadığı kadar kısaltılır veya hikayedeki tüm faktörler ana karakterin yüceltilmesi için bir alet haline getirilir. Manga okurken bu yapay illüzyonların izleyicinin gözüne batmaması esastır. Aksi taktirde okuyucu bir tür ironiyi yaşadığını düşünmeye başlayacak ve huzursuz olacaktır. Flowers of Evil ise doğrudan bu illüzyonu yıkmayı hedefliyor, zira ilk paragrafta da belirttiğim gibi, bu hikaye sizi -büyük ölçüde- mutlu etmeyi amaçlamıyor.
Shuuzo Oshimi’nin kaleminden çıkan ve 2009’da Bessatsu Shounen dergisinde tefrika edilmeye başlayan, toplamda 57 fasiküllük hikayesi 2010-2014 arasında 11 cilt olarak tefrika edilen ve gördüğü ilgi üzerine İngilizce versiyonu Japonca’sından sadece birkaç ay aralıkla basılan yapım son yılların en başarılı psikolojik mangalarından birisi olarak nitelendiriliyor.
Yapımın konusuna geçersek, Takao Kasuga son derece içine kapanık, hayalperest ve gerek sosyal açıdan gerekse okul hayatında pek de parlak olmayan bir lise öğrencisidir. Öte yandan hayatının bu dönemindeki en büyük dayanağı tutkunu olduğu kitaplardır. Özellikle Charles Beaudelaire’in Fleurs du Mal kitabını tekrar tekrar okuyarak sınıf arkadaşı Nanako Saeki’ye duyduğu platonik aşkı ve içindeki adını bir türlü koyamadığı büyük boşluğu bastırmaya çalışmaktadır, öte yandan bu alışkanlığı yüzünden okuldaki başarısızlıklarını bile hissedemez hale gelmiştir.
Derken bir gün kitabını okulda unuttuğunu farkeder. Fakat kitabını alıp gidecekken ani bir şeytan dürtmesi ile okulun en güzel kızlarından biri ve de platonik aşkı Nanako Saeki’nin beden eğitimi dersi için sınıfa bıraktığı elbiselerinin olduğu çantayı da evine götürür. Üstelik gecenin bir vakti arkasında beliriveren beyzbol sopalı silüetten de anlayacağı üzere aleyhinde bir şahit vardır: Gerçek bir nihilist olan, okuldaki herkesin hatta ailesinin bile kendisinden illallah ettiği Sawa Nakamura. İşlediği suçun öğrenildiği yetmezmiş gibi okul artık çok geçmeden sapık söylentileri ile çalkalanmaya başlar. Takao pişmandır ama iş işten geçmiştir. Artık hem olan bu uygunsuz olayı iz bırakmadan düzeltmeli, hem de sadist ruhlu Nakamura’nın sırrını açıklamasını önlemelidir.
Nakamura ona şantajdan farksız bir anlaşma sunduğunda ise Takao hayatının tüm kontrolünü Nakamura’ya vermek ve onun isteklerini sorgulamadan yapmak zorunda kalacaktır. Öte yandan bu durum, Takao’nun içindeki adını koyamadığı boşluğu keşfetmesine ve Nakamura’nın şantajıyla karşılaşana dek görmezden geldiği kendi karanlık tarafı ile yüzleşmesine sebep olacaktır. Bunun sonucunda ise, kendi içindeki hiçliğe teslim olacak, Nakamura ile birlikte karanlık tarafın kalbine doğru bir yolculuğa başlayacaktır. Bu sırada biz okuyucular da topluma, onun bize yüklediği rol stereotiplerine, kabul görmek için takındığımız maskelere, tabularımıza ve kendi karanlık tarafımıza yönelik bir sorgulamaya gireriz.
1982 doğumlu Mangaka Shuuzo Oshimi, çocukken okumaya başladığı Japon şairler Sakutaro Hagiwara ve Mitsuharu Kaneko’nun şiirleri ve ilk gençliğinde okuduğu Tetsu Adachi’nin Sakuga no Hana isimli manga’sının kendisinde derin izler bıraktığını belirtiyor. Yapımdaki sürreal tasvirler Andre Breton ve Max Ernst gibi sanatçıların etkisini taşıyor. Benzer şekilde 10. fasikülün kapağının da Goya’nın Çıplak Maya isimli tablosuna benzerliğni de bir ihtimal fark edebilirsiniz. Öte yandan mangaka’nın hikayeyi ve kurguyu son ana dek kendine has bir üslupla geliştirdiğini ve nihayete erdirdiğini söylemem mümkün. Zira son derece az sayıda manga ile yan yana konulup karşılaştırılabileceğini söylemek gerekli.
Eserin 20. yüzyıl varoluşçu edebiyatına son derece yakın durduğu söylenebilir. Örneğin Albert Camus’un Yabancı ismiyle Türkçe’ye çevrilen kitabında odaklanılan Meursault toplumun dış katmanındaki bir bireydir. Toplumun normlarına karşı kendisini nötr olarak konumlandırır, sevgi, nefret yada sempati gibi duygular hissetmez. Hakeza Takao da yaşadığı ilk değişimden sonra o denli tepkisizleşir ki bir grup sokak serserisine gayet nötr bir ses tonuyla “Size imreniyorum. Herkes gibi birer pislik gibi yaşadığınız halde bundan mutlu bile olabiliyorsunuz” der ve dayak yer. Buna rağmen, halihazırda çektiği iç ızdıraptan daha fazlasını çekmiş yada bundan pişman olmuş gibi görünmez. (ki manga’daki satirik denebilecek yegane sahne de budur)
Benzer şekilde Yabancı’da, toplum Meursault’un annesinin ölümü karşısında ağlayıp karalar bağlamadığını öğrendiğinde onu dışlar, sırt çevirir ve varlığını gerçek anlamda ortadan kaldırma yoluna gider. Meursault da tıpkı hikayemizin başrolündeki Takao gibi bir suç işlemiştir ve bunun toplum içinde hoşgörülemeyecek bir tarafı olduğu açıktır. Fakat öte yandan toplumun onu eninde sonunda aynı sona iteceğini öngördüğünden Meursault’un aksine Takao büyük ölçüde bu yüzden topluma karşı sesini yükseltme cesareti gösterecek, etkileri yavaş yavaş ortaya çıkacak iki kişilik bir isyana girişecektir. Bu, maskesiz iki günahkarın maskelerle yaşayan bir güruha karşı başkaldırışıdır.
Flowers of Evil belki de ironik bir tesadüf ile, hayatımın en dibe vurduğum bir döneminde karşıma çıkmış ve bu sayede mesajını bana doğrudan ulaştırabilmişti. Eser okuyucusunu mutlu etme ya da eğlendirme amacı gütmediği için söylemlerini tabir-i caizse hem nalına hem mıhına vurarak dile getirebiliyordu. Dahası seri hedef kitlesinin zannında tüm toplumun yüzünde seçtikleri maskelerle yaşadıklarını, kendi karanlık taraflarını reddettiklerini, kabul görmek için gösterdikleri tüm o iyi niyet eylemlerini, tüm o kazanma isteklerini ve haklı çıkmak/kabul görmek şeklindeki tüm o edimlerini o kadar apaçık şekilde dile getiriyor ki, bir noktadan sonra Takao ya da Nakamura’yı eleştirmekten vazgeçmeye, onları kabullenmeye başlıyoruz.
Aslında hikayede ilerleyişi etkileyen son derece az sayıda karakter var. Fakat tüm karakterler, bir noktada mesajın dile getirilmesi için kullanılan tematik araçlar haline geliyorlar. Mangaka da sizi de o kurgunun bir parçası haline getirdiği ve o sarmalın içine soktuğu için de bir noktadan sonra hikaye ve karakterler “kurgu ürünü” olarak görünmekten çıkıyor, aksine sizi de o sorgulamanın da bir parçası haline getiriyor. Zira hikayedeki her karakterin yüzüne takındığı maskeyi neden takındığını görmemiz için hikaye bize yeterince fazla gerekçe veriyor. Bir maske takmayı ve toplum zannında “iyi” olmayı reddettiği için Nakamura’nın tarafına geçiyor, Takao’nun değişimini doğal görmeye başlıyoruz.
Sayfalar son derece akıcı. Hikayeyi adeta yutarcasına okuyabiliyorsunuz. Dahası mangaka 32. fasiküle dek çoğu yerde bir olay hikayesinden çok psikolojik tasvirler dile getirmiş olsa da gerek çizimler, gerek diyaloglar, gerekse de alt metinler olarak bunda fazlasıyla başarılı olmuş diyebilirim. Zira o hikayeden çıktıktan sonra insanın bir şeyleri sorgulamaması imkansız geliyor bana.
Bu noktada okuyacaklarınız SPOILER teşkil edebilir. Fakat ben olan şeyden değil, girilen yeni yolun gerekçesinden bahsedeceğim.
32. fasikül benim için tüm olayı apayrı bir boyuta taşıdı, ne yazsam yetersiz kalacağını hissediyorum. Ama hayatımda okuduğum mangaların neredeyse tamamına yakını bu denli felsefi, vurucu ve anarşik değildi. Tam da bu noktada geriye dönüp baktığınızda gereksiz tek bir sayfa bile olmadığını göreceksiniz herşeyden önce. Yıllar önce yaşadıklarınızı, duyup da cevap vermeden içinize attıklarınızı yeniden hissetmeniz ve her şeyden önemlisi kurgunun en başından beri 32. fasikülde patlak veren iki kişilik isyanı sebeplendirebilmek için daha önceden plandığını düşünmeniz olası. Sonrasında ise Kasuga’nın topluma geri dönüş sancılarını, içindeki hiçliğe sarılmayı özlemek ya da sevilmek/kabul görebilecek bir birey haline gelerek yeniden o isyan ettiği toplumun bir parçası olmak arasındaki ikilemi ve hikayenin başından beri gördüğünüz tüm o karanlık yolculuğun bir yanılgı olup olmadığını sorguluyorsunuz. (Benim 32. fasikül sonrasındaki kısımlara ulaşabilmem aylar sürmüştü, bu yüzden bu kısımlar benim için bir nevi geniş bir “epilogue” tadında gerçekleşti.)
Bu minvalde, aslında karakterin bir tür “kurtuluş” ya da “iyileşme” diye tabir ettiğimiz bir noktaya ilerleyerek “politik doğrucu” bir yola girdiği düşünülmesi mümkün olsa da ben buna pek katılamıyorum. Zira Takao’nun arınma hikayesi olarak yolculuğunu tamamlaması bana göre oldukça manidardı. Zira başta ana karakteri suçlayan ve dışlayan herkesin, onun dünyaya karşı tek başına savaşmaktan vazgeçmesini normalleşme olarak algılayıp onu kabullenme sürecine girmeleri -bana göre- toplum üzerine eserin getirdiği sayısız eleştirilerden sanırım sadece birisidir.
32. fasikül sonrasında sembolizmalardan uzaklaşarak ve gayet bariz bir izlenimciliğe soyunan yapım gayet de minimal bir sonla bitmesine karşın -bana göre- anlatması gereken herşeyi layıkıyla anlattı. Geriye bıraktığı açık kapılar bile bu arınma yolculuğunun başka insanlarda farklı şekillerde ve farklı yönlere doğru devam edeceğine dair bir ipucuydu diye düşünüyorum. Zira mangakanın seçtiği bu metot sayesinde 32. fasikül sonrasında tüm hikaye Saeki’nin arada bir görünüp kaybolduğu iki kişilik bir yalnızlık hikayesi olmaktan çıkmış oldu. Hatta varlığını çoktan unuttuğum, hikayenin başında figürandan az hallice görünen Kinoshita’yı bile pat diye yeniden hikayeye yerleştirip finalin o sinematik sonu sırasında onun bile kendi kaybedenliğinin farkına varmasını sağlayarak döngüyü farklı bir açıdan, bu kez yapıcı şekilde de olsa yeniden başlattılar. Tokiwa her ne kadar 32. fasikülden itibaren yaşanan kırılma noktasından bir süre sonra hikayeyeye dahil edilse de, buna rağmen yapay bir ekleme gibi görünmedi. Aksine empati ve kabulleniş sahibi bir insanın değiştirebileceği şeyleri gösterdi.
Hikaye 32. fasiküle dek dibe doğru kulaç atan bir bireyi gösterirken bu bahsettiğim empati odaklı yeni karakter, güneşin yeniden ışıyan parlak sıcaklığını ana karaktere hissettirebildi. Hikayenin hem gerçekten bitmesi gereken, hem de en gerçekçi şekilde bitmesini sağladı. Hikaye tümden pesimist ve tümden kurtuluşa karşı inançsız bir biçimde de bitebilirdi, ki aslında bu kolay yol olurdu. Fakat hikayenin bu şekilde kulvar değiştirişi aslında Takao’nun karanlık yolculuğunu ve sonrasında yaşadığı değişimi gerçek anlamda anlamlandırabilmeme sebep oldu diyebilirim.
Buna denk bir manga’ya çok fazla rast gelebileceğimi açıkçası sanmıyorum. Şu an bile, okurken geçirdiğim her dakika için mangaka’ya büyük bir borçluluk hissiyle dolup taştığımı söyleyebilirim.
Kahramangiller uyarıyor: Bu bir Anime değil, resmen troll serisi!
Çok satan birçok mangada olduğu gibi bu manganın da anime uyarlaması yapıldı. Her ne kadar yönetmen Hiroshi Nagahama, Detroit Metal City ya da Mushishi gibi genel anime serilerinden kopuk işlere imza atmış olsa da burada izleyiciyi alenen trollemek gibi eylemde bulunuyor. Öncelikle rotoskop animasyon tekniği böyle bir seri için -bana göre- çok ama çok yanlış. Eğer 2D animasyon kullanılmak istenmediyse bile Polygon Pictures’un CGI’ları gibi bir metot benimsenebilirdi. Bu yapılmayacaksa bile seri Anime yerine live action bir şekilde de yorumlanabilirdi. Hikaye ve söylem olarak zaten pek de şakası olmayan bir manga’yı inandırıcılığı sıfır duran karakterlerle mundar edip üzerine Manga’daki ana hikayeyi bile sunmayarak bu projeyi tek kelimeyle bir troll’lüğe alet ettiği için de haliyle ne anime versiyonuna, ne de yönetmenine tarafsız bir gözle bakmam bu saatten sonra mümkün olamıyor.
Hani Anime’leri ticari getirileri yada ne kadar mainstream hale gelebildikleri ile övmeyi sevmem (öyle yapanları da sevmem, öyle diyeyim) ama sadece 283 tane Blu Ray seti satılarak Anime tarihinin en feci fiyaskolarından birisi olduğu gibi bir gerçekten sonra bir artısı varsa bile buna bu saatten sonra odaklanabileceğimi sanmıyorum. Söyleyebileceğim tek şey, “Önce mangayı okuyun, hala bir istek hissederseniz fragmanını, reaction videolarını filan izlemeden animesini izlemeye başlayın” olabilir. İlk bölümü küfür etmeden tamamlayabilirseniz ve 2. bölümü izlemek için istek de hissederseniz saygı duyarım, sadece onu söyleyebilirim fakat eninde sonunda kendinizi kandırılmış hissedeceksiniz. Böyle bir manga’nın niteliksiz bir troll’lemeye kaynak materyali olarak kullanılmasını içinize sindirebilir misiniz, onu bilemem, buna daha da yorum da yapamam.
Son Sözler
Benim için hikaye John Hughes filmlerinden Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ına, Albert Camus’un Yabancı’sından Jean Paul Sartre’nin Boşlukta Sallanan Adam’ına, Kaybedenler Kulübü’nden Fight Club‘a dek insanı kendisine ve çevresine karşı sorgulamaya sokan metinlerin bir başka örneğini oluşturdu. Birbirine zıt sayısız hissi yaşamamı ve anlamlandırmamı sağladı. Aynı zamanda My Youth Romance Comedy Is Wrong As Expected gibi toplumla ve stereotiplerle derdi olan başka serilere de ilham verdi. Sonuç olarak “geçmiş geçmişte kalmıştır. her ne kadar hoşlanmasan da bu dünyada yaşamak ve kendini bu dünyanın renklerinden bir tanesi haline getirmek zorundasın. Bunu yapmadıkça kimse sana empati yapmaya ya da seni kurtarmaya çabalamayacak” ana fikirli, hayat tadında acı ama yaşanması gereken bir hikaye olduğu söylenebilir.