Sınırların Ötesinden Bir Seyfettin Efendi Tanıtımı

Ülkemiz çizgi roman sektöründe adından sıkça söz ettiren, özellikle Yabani dergisi ile birlikte çok daha insanın tanıdığı bir isim Devrim Kunter. Son dönem Türk çizgi romanının en üretken ve idealist isimlerinden Kunter, geçtiğimiz Temmuz ayında Kosova’da düzenlenen 14. Uluslararası Çizgi Roman ve Karikatür Festivali’ne davetli olarak soluğu Prizren’de almıştı. Birçok meslektaşı ile birlikte Seyfettin Efendi ve Yabani dergisi için yaptığı çizimler düzenlenen sergide boy göstermişti.

İşin güzel tarafı bu etkinlikten önce yayınlanan bir tanıtım yazısı esasen. Ivan Veljković tarafından kaleme alınan makale, Seyfettin Efendi karakterinin ülke sınırları dışına çıktığının en güzel örneği. Velković’in bu tanıtımı kaleme almasında ülke olarak  Türk kültürüne aşina olmaları yadsınamaz. Lakin sonuç olarak ülkemizde çizgi roman okuyorum diyen kitlenin büyük çoğunluğunun söz konusu seriden haberleri olmadığı da aşikar. İthal serilere lafım yok ancak başarılı yazar ve çizerlerimizden bihaber olunması da elle tutulur değil.

Lafı daha fazla uzatmadan 18 Haziran tarihinde kaleme alınan makalenin çevirisi ile sizi baş başa bırakıyorum:

Steampunk Adli Tıp, Aferin!

Aynı Black Gruja’nın, kendi adındaki TV dizisinin(1) ilk sezonunda, daha da detaya girersek sezonun en başındaki bölümde geçen büyük vampir avında, iş ortağı Bole’a söylediği gibi: “Türkler ne zamandan beri bizim ihraç malımız oldu? Biz, ne yazık ki istesek de istemesek de Osmanlıları ithal etmiş bulunduk.” ve tarihe bakarsak, haklı olduğu bir nokta var. Türk istilası tamlamasını duyduğu anda bir Sırp iki şey düşünecektir. Birincisi malumunuz – Osmanlıların Balkanları fethi ve 20. yüzyılın başlarına kadar bölgede gücünü koruması. İkincisi ise daha yakın tarihli ve ilki kadar olmasa da bariz fark edilen, çeşitli Türk dizilerinin büyük ekranlarda, küçük ekranlarda, düz ekranlarda , LCD ekranlarda, plazma ekranlarda ve “full HD ready” akıllı telefon ekranlarındaki yaylım ateşi. Brezilya dizilerinden zaten gına gelmişti, şimdi de Türk dizilerini ithal etmeye başladık. Bunun yanında Hint, Çin, Portekiz, Hırvat dizilerini de. Tabii bahsetmeden olmaz, bir kaç tane bizim de var. İnsan bazen düşünüyor “Şu Türklerden hiç mi faydalı bir şey ithal edilmez? İşbu iğrenç ıvır zıvırdan başka!”

Türklerin çizgi roman sevgisi konunun yabancısında büyük şaşkınlık uyandırıyor. Türkler muhtemelen Eski Yugoslavya’dan başka halen Zagor okuyan tek millet olabilir. Amerikan çizgi romanı da gayet popüler, büyük şehirlerdeki özel çizgi roman dükkanları Marvel ve DC’nin cilt ve toplama albümleriyle kaplı. Ayrıca Türklerin yerel üretimi olan kitaplar da var. Kabul ediyorum, ne Frankofonlar kadar prestijli, ne İtalyanlar kadar gösterişli, ne Almanlar kadar temiz-iş, ne İspanyollar gibi bağımsız, ne İngilizler gibi adalı, ne de Sırplar gibi (umulmadık şekilde) mücadeleci değil, ama var. Ve muhteşem yazarları da var. Devrim Kunter adıyla tanınan beyefendi de bunlardan biri. Hakkında bulabileceğiniz neredeyse tüm bilgi, sizi kendisinin şaheseri olan çizgi romanına yönlendirecek. Kunter, “Seyfettin Efendi’nin Olağanüstü Maceraları” isimli oldukça popüler serinin yaratıcısı. İlk üç kitap –Yedi Tepe Canavarı, Hayırsız Ada ve Tesla Silahı – serinin temelini oluşturuyor ve Kunter hem yazarlık hem de çizerlik görevini üstleniyor. Dördüncü kitapsa, farklı yazarların kısa hikayelerinden oluşan bir seçki, aralarında Kunter de var ama bunun üç kitaplık kanona dahil olup olmadığı şaibeli. Şu anda sadece ilk dört bölüm İngilizceye çevrilerek Batı okuyucusuna ulaşmış, öyleyse şimdi tam zamanı. Devrim Kunter nasıl bir yazar, Seyfettin nasıl bir efendi görelim.

Seyfettin bir adli tıp uzmanı, kelimenin tam anlamıyla “özel” bir dedektif. Tüm hikâye Seyfettin’in İfşa-yi Sırr Teşkilatı’nı kurması üzerine. Teşkilat bir bakıma B.P.R.D.’nin Türk versiyonu. Tek farkla, bu takım doğaüstü olmayan yani “normal” karakterlerden oluşuyor. Seyfettin tüm operasyonun merkezinde, İsmail vazgeçilmez kas yığını, Esat silahlanma üstadı. Münevver hanım makinalar ve alet-edevat konusunda uzman ve son olarak gerekli tıbbi hizmetleri sunan Doktor Aziz var. Görevleri, erken 20. yüzyıl Türkiye’sinin doğaüstü gizemleriyle uğraşmak, ki eğer ilk panellerdeki diyaloglar bir göstergeyse, bu işin uzmanı olmalılar.

Yazarın maharetini ve kusurlarını didiklemeden önce, karakterleri ve ana konuyu teşrif etmek gerekiyor. Başlangıç olarak Seyfettin, Sherlock Holmes, House MD ve sayısız benzer karakterin ilginç bir karışımı. Dünyanın işleyişiyle ilgili kuvvetli inançlarının zırhında, kendi kurallarını takip eden, bilim ve gerçeği her şeyin önüne koyan, kazanmak için risk almaktan korkmayan bir adam. İtici biri olabilir ama arketip olarak huysuzca bir eksantrik dâhi. Beyefendi stili bıyığının altından hiç eksik etmediği Anadolulu gülümsemesiyle aslında o kadar da aksi biri değil. Aziz ise tipik bir Dr. Watson, bir yoldaş, kendi mesleğinde emsalsiz bir doktor ama bazen bayılıp yere yığılması gereken, bazen yumruklara hedef olan zavallı bir kum torbası adeta. Münevver hiç bir erkeğin sözünü dinlemeyen bir kadın rolünde, ama en azından ilk kitapta, büyük önem taşıyan hiçbir şey yapmıyor, grup üyeleriyle sürekli tartışmaktan başka. İsmail kaslardan oluşan bir dağ gibi, ve böyle biri arketipin ötesine geçemiyor –güçlü, gürültülü, sabırsız,agresif, vs. Esat ise en ilgi çekici karakter. Hakkında çok az şey bilinmesine rağmen okuyucuda öyle bir intiba yaratıyor ki en az Seyfettin kadar maharetli ve kararlı. Devam eden hikâyelerde ne olduğu bir muamma, çünkü devamının İngilizcesi henüz hazır değil.

Serinin çıkış noktası, teşkilatın kuruluşunun en başından itibaren “Seyfettin’in vakalarla ilgili tuttuğu notlar” olarak düşünülmüş. Çalıştıkları ilk dava, camiler, müzeler gibi kent simgesi mekanlarda kadınları vahşice öldüren bir vampir-katil vakası. Tabii ki hikaye Seyfettin’in “vampir”e karşı mutlak zaferiyle sonuçlanıyor, fakat Illuminati/Ordo Templi Orientis/Bilderberg grubu türünde bir gizli topluluğun varlığı ilginç gelişmelere açık kapı bırakıyor.

Burada biraz soluklanıp senaryoyu ve yazarın sanatsal kabiliyetini tartışalım. Şöyle ki, Kunter yenilik ve sıradanlığın ilginç bir karışımı. Bazı panellerde aksiyonu mükemmel bir biçimde illüstre edip, salt görsel anlatım kullanarak saliselik detaylarda hikâyede neler olduğunu okuyucuya aktarabiliyor. Diğer tarafta, kâh anlatı tarzı ağdalı, kâh oraya ait değilmiş gibi görünen beceriksizce paneller var. Yazar arada tuhaf bir şekilde tökezliyor. Sayfa 38’de Hafize Hanım, Seyfettin ve diğerlerine Afife hanım’ın başına gelenleri anlatıyor. Sahne kadının en azından biraz sarsılmış gözükmesini gerektiriyor ama nedense hemen sonraki panelde onu gülümserken görüyoruz. Gözden kaçmış da olsa, büyük bir hata. Yine de bu görsel dikkatsizlikler oldukça seyrek.

Asıl belirgin olan senaryodaki dikkatsizlikler. Mesela Kunter, Vlad Tepes ve Corvinus krallarının (Mathias ve oğulları) arasında hanedan ve aile bağı kurmuş. Bu tamamen yanlış. Kazıkçı Voyvoda’nın üyesi olduğu Drăculești Hanedanı, Basarab Hanedanının bir koludur, Corvinuslar ise Macar Hunyadi Hanedanının bir parçasıdır. Eğer çizgi romanın antagonisti “vampir” görünümlü Costache Ionel Dracul’un cinayet yönteminin ve asıl hikâyenin temel öğesi olmasaydı bu hatayı belki de gözardı edebilirdik. Daha sonra Costache, Karındeşen Jack vakasının Stoker’ın Dracula’sına ilham verdiğini belirtiyor. Tarihsel olarak bu da hatalı. Belki sahneye göre karakterin lafı uzatıp saçmalaması olarak açıklayabiliriz, öyle değilse yine büyük bir hata. Aynı şekilde büyük olan, Costache ve Seyfettin arasındaki iletişim sorunları. Sayfa 84’te Costache bizim efendinin ekibine kloroformla kendilerini bayıltmalarını emreder, bu sayede “yüz yüze konuşabileceklerdir”, ve bunu yaptıkları anda, sayfa 86’da Costache bağırmaya başlar “Seninle konuşmak isteyeceğimi nereden çıkarttın?” Bu bana Tommy Viseau adında bir herifin yönetmeni, yapımcısı, baş yapımcısı, yazarı ve başrol oyuncusu olduğu efsane kötü film The Room’daki psikiyatrist arkadaşıyla ilgili bir sahneyi hatırlattı, fakat bu başka bir hikâye.

Kısaca bu çizgi roman serisinin kusurları ortada. Ama kendine has bazı özellikleri olmasaydı İngilizce çevirisi (ki o da ortalamanın altında) yapılacak kadar popüler olamazdı. Seyfettin karakter olarak gayet çok yönlü. Gerçek bir dedektifin yapacağı gibi her detayı hesaplıyor. Varsayımlarını anında oluşturuyor, en muhtemel olanını hemen test ediyor, sonuca ulaşıp diğeriyle devam ediyor. Holmes/House’dan türetilmiş biraz incelikten yoksun karakterine, yaşlı bir kadına komşusunun öldüğünü hiç tereddüt etmeden ve umursamadan bildirdiği sahnede tanık oluyoruz. Bu onun görevi ve bu görev layığıyla yapılmalı. Muhakeme ve doğaçlama yeteneği de Holmes/House tarzı. Ekibine cevapları açıklamaktansa, kanıtlamayı tercih ediyor veya öğeleri yerine koyup onlardan noktaları birleştirmelerini bekliyor. Esat’ın karakteri ise mükemmel. Bıyıklı üç adamı hiç zorlanmadan paketlediği ve yerden sigarasını aldığı sahne tam bir Hollywood western sahnesi, iyisinden. Baş kötüyle – tahmin ettiğiniz gibi gerçek bir vampir değil- kapışması bir hayal kırıklığı olsa da Seyfettin’in ilk bölümdeki notlarını güzel bir şekilde tamamlıyor.

Bu çizgi romanda doğaüstü hiçbir şey yok. Kitabın başında ortasından girdiğimiz dava bize bunu gösteriyor. Bu durum Seyfettin’i Dylan Dog’a da yaklaştırıyor (bu hiç de garip değil çünkü Dylan Dog kızlı erkekli Türk “comicajji”ler(2) arasında oldukça popüler) öyle ki potansiyel müşterilerine öncelikle dertlerinin dünyevi, gündelik, bu dünyaya ait olup olmadığını soruyor. Seyfettin bir bilim insanı, ki bu da Türk çizgi roman yaratıcıları için, okurların çizgi romanı okurken farke deceğinden daha büyük bir adım olabilir.

Eğer gelecekteki çizgi romanlarında kendini geliştirebilirse, Kunter kesinlikle dikkate değer bir yazar. Seyfettin Efendi’yle ilgili yazılı basında çıkanlar bunun göstergesi. Kunter’in bu seriyle ilgili röportajları televizyonda yayınlandı. Kunter’in başarısını sadece çizgi romanıyla da sınasanız, hatalarına rağmen işçiliğini ve ilgi çekici fikir ve konseptlerini yadsıyamazsınız ve macera çizgi romanlarının ilk ve en önemli kuralı – eğlenceyi işin içine katmadı diyemezsiniz. Öyleyse hemen bir Seyfettin Efendi alın, televizyonda Türk dizisi varsa uzaktan kumandanın “off” düğmesine basın, bir nefes alıp okumanın keyfine varın. Daha sonra sabırsızca bekleyin, minik bıyığıyla gülümseyen adli tıpçı dedektifin yeni macerası ne zaman çıkacak diye.

Ivan Veljković, 18 Haziran 2017

  1. Black Gruja (orijinal ismi Crni Gruja)’nın konusu ilk Sırp ayaklanmasından önceki yıllarda Sırbistan’da geçiyor. Rowan Atkinson’ın başrolünü oynadığı Blackadder dizisinden uyarlanmış, döneme Sırp tarihinden olaylar eklenerek yerelleştirilmiş bir komedi.
  2. Bu bir kelime oyunu. Sırpça “stripadžija” “strip”(çizgi roman) ve “hadžija” (hacı) dan oluşan bir kelime. Yazar İngilizce olarak sırasıyla erkekler ve kadınlar için “comicajji” ve “comicajjah” (çizgi roman – hacı) kelimelerini kullanmış.

Sözün özü

Açıkçası okurken benim gurur duyduğum bir yazı olduğunu söylemek istiyorum. Kunter’in biraz daha kendisini geliştirmesi gerektiğine yaptığı atıflar yer yer makul gözükse de genel itibari ile takip edilesi bir kalem olduğundan bahsedilmesi bir şeylerin doğru yapıldığının işareti.

Tekrar ediyorum, bir çoğunuzun haberdar olmadığı bir seri Seyfettin Efendi. Okur olarak geliştirdiğimiz bu saçma antipati yüzünden Türk yazar ve çizerlere şans vermediğimiz bir gerçek. Ancak Yabani dergisinde görmüştük ne kadar çok yeteneğin var olduğunu lakin tanınmadığını. O projenin altında yine Devrim Kunter imzası olduğunu hatırlamakta fayda var.

Yorumlar