American Horror Story Sezon 1: Murder House – Eviniz Sizden Çocuk Yapmaya Karar Verirse!
Evet, kısa bir aradan sonra geri döndüm ve siftahını da en sevdiğim dizilerden biriyle yapmaya karar verdim: Brad Falchuk ile Ryan Murphy tarafından 2011’de FX (Amerikalıların kablo tv’si gibi düşünün) için yaratılmış American Horror Story. Bu yazı aslen birinci sezon yani The Murder House üzerine, ancak önce biraz projeden söz edeyim.
Brad Falchuk ve Ryan Murphy ismini Glee’den hatırlayıp “Ne alaka?” diyebilirsiniz. Ya da benim gibi Nip/Tuck izlemiş olanlarınız varsa, ikilinin sapıklaşma potansiyelini bildiğinizden ağzınızın kenarında bir gülümseme oluşabilir. The Carver gibi bir seri katil yaratmış adamlardan boş iş çıkmaz. Takipçileri, yazdıkları karakterlerin psikolojisini bir uçtan diğerine sürüklemeye ne kadar meraklı olduklarını bilir ve bu özellikleri korku hikayeleri için biçilmiş kaftan zaten.
American Horror Story bir “antoloji serisi” olarak geçiyor, daha uygun ifade etmem gerekirse Amerikan korku klişeleri üzerine derlenmiş seçkilerden oluşuyor. Her sezonun farklı bir hikayesi var, yani sırayla izlemek zorunda değilsiniz. Oyuncu kadrosunu da bir kabare ekibi gibi düşünün, dizinin özellikle Jessica Lange, Evan Peters, Sarah Paulson, Lily Rabe gibi ağır toplarını her sezonda değişik bir rolde görmek mümkün. Bunun yanısıra bir sezonda majör bir rolde izlediğimiz konuk oyuncuların sonrakilerde esamesi okunmayabiliyor.
Bazıları da bir arketipin kadrolu oyuncusu gibi kullanılıyor; sorunlu teenager Taissa Farmiga (Violet- Zoe) yahut tercihini hep yanlış erkeklerden yana kullanan güzel ama talihsiz kız rolünde izlediğimiz Alexandra Breckenridge (Genç Moira/ Kaylee) gibi. (Yani geeklerin anlayacağı dilden konuşmam gerekirse, adamlar her sezon temel bir oyuncu kadrosu üstüne yeni gelenlerle larp yapıyor, kıskanıyorum.)
İlk sezon The Murder House, çekim tarihiyle eş zamanlı, -günümüzde daha doğrusu- 2011’de geçen bir lanetli ev hikayesi. Dizinin adı American Horror Story, açılışının da dibine kadar Amerikan klişesi olması gerekiyor tabii. Çoğu korku filminin açılışı, ilk kanın dökülmesiyle olur. Tercihen masum imajı veren bir kız ya da çift kendini bol kanlı biçimde öldürtmeden asıl konuya geçilmez. Özellikle 80’li yıllarda bu ilk öldürülenler genellikle sevişen çiftler olurdu ki, toplum ayağını denk alsın, sevişmek kötüdür. Scream’de dendiği gibi, “Korku filmlerinde bekaretini veren kız ölür.”
Ancak Murder House, iki yaramaz çocukla yapıyor bu işi. Çocuklar eve girerken, arkalarından küçük bir kız da Elm Sokağı Kabusu’nu aratmayacak şekilde “Pişman olacaksınız!” diye bağırıyor. Taş çatlasa 10 yaşlarında, sarışın ikizlerin ölümü normalde herkesi dehşete düşürür değil mi? Hayır, çocukları öyle antipatik yapmışlar ki, kalabalık aile isteyen biri dahi şapkasını önüne koyup düşünür.
Sırf buradan bile Murder House’un altyapısını sıradan bir deşarj üzerine kurmadığını anlamak mümkün. Bilakis, yıllarca kullanılmış muhafazakar öğelerle dalga geçecek ve bunu sinsice yapacak, o öğeleri doğuran toplumsal çarpıklıkları yüzünüze vura vura hem de. Toplumsal çarpıklıkları ortaya çıkaran şey, şiddet içgüdüsüyle ne yapacağını bilemeyip, bunu etrafına yönelten birey zaten. American Horror Story, özellikle muhafazakar yetişmiş insanları içlerindeki şiddetin kökeniyle yüzleşmeye davet eden çok cesur adımlar atıyor, ama dediğim gibi çoğunu görüntüler yahut oyuncuların mimikleriyle sinsice kotarıyor. Pek çok kişinin diziyi korkunçtan çok rahatsız edici bulmasının nedeni bu olsa gerek.
Konudan kısaca bahsetmemiz gerekirse, Vivien Harmon (Connie Britton), kırklı yaşlarının sonlarında bir çocuk daha yapma hevesine kapılmış ancak hamileliği düşükle sonuçlanmıştır. Daha travmayı atlatamadan, kocasını evde başka bir kadınla basar.
Psikolog ve hayırsız koca Ben Harmon’un (Dylan McDermott), çalıştığı üniversitedeki bir kız öğrencisiyle ilişkisi vardır, fakat aslında geçici bir hevestir, karısına aşıktır falan filan. Vivien huysuz ve ergen kızı Violet’i (Taissa Farmiga) alıp kardeşine gitmeyi düşünürken, Ben karısına bir şans daha vermesi için yalvarır; Boston’da çok güzel ve fazlasıyla ucuz şahane bir ev bulmuştur, yeni bir başlangıç için mükemmeldir. Vivien de dayanamaz ve kabul eder.
Ah Vivien ah… Hayır zaten “Yaşlıyım, çirkinim,” diye komplekse girmişsin, o eve vereceğin paranın onda biriyle Christian Troy’u bulup estetik ameliyat yaptırırdım ben olsam. Yani kıssadan hisse, eğer sizi aldatan kocanız yeni bir başlangıç yapmak için piyasa fiyatının üçte biri olan bir ev satın almanızı telif ediyorsa evet demeyin, çok meraklıysa gitsin kendi otursun. Hadi bir gaflet anınıza gelip kabul ettiyseniz bile, emlakçının ciddileşip de “Bir önceki aile burada öldüğü için ucuz,” dediği anda kaçmanız lazım.
Birinci sezonun konusu “Aldatma/Aldanma” diyebiliriz, ama bunu sırf Ben/Vivien ilişkisi için düşünürsek haksızlık etmiş oluruz. Emlakçıdan çocuklara kadar herkes kandırıyor dizide ve klasik basit yalanlardan değil, içsel yalanların dışa yansımasından bahsediyorum; bir kadının sürekli anne olmak istemesine rağmen bebek ağlamasına bir saatten fazla dayanamaması gibi, ya da kendisini sevmediğini bildiği erkek arkadaşını kostümle etkilemeye çalışan birinin dramı gibi.
Neyse, aile eve taşınır, neden? Amerikan rüyası işte. “21. yüzyıldayız, böyle şeylere inanmam,” ne yazık ki böyle bir hikayeyi yazanın oynayabileceği tek kart gibi. Ev cidden güzeldir ve aile buraya bayılır, ancak evin “diğer” nüfusu da buna tepkisiz kalmayacaktır elbet. İlk başta Moira (Alexandra Breckenridge) ortaya çıkar ve uçkur düşkünü Ben’in gözleri yerinden fırlar, zira Moira French Maid fantezisinin gerçeğe dönmüş halidir.
Vivien kocasının bakışlarını gördüğü halde buna anlam veremez ve hiç aldırmaz, neden mi? Onun gördüğü Moira (Frances Conroy) muhtemelen altmışlı yaşlarında kendi halinde ortalık hizmetçisi bir kadıncağızdır da ondan. Yavaş yavaş başkaları da gelecektir; kafasının arkasındaki kurşun deliğinden bihaber aristokrat Nora Montgomery (Lily Rabe), deneysel takılan kocası Dr. Charles Montgomery (Matt Ross), Halloween meraklısı gay çift, Black Dahlia göndermeleri ve daha niceleri.
Sadece evin iç nüfusu mu sorun? Değil tabii ki. Büyüklerimizin “ev alma komşu al” sözünü doğrularcasına Constance Langdon (Jessica Lange) arz-ı endam eder. Harmon’ların kapı komşusu olan bu kadın, yıllar önce aktris olma hayalleriyle Virginia’dan California’ya gelmiştir, ancak hayalleri suya düşmüştür çünkü soyunmayı reddetmiştir, en azından Vivien’e böyle anlatır. Constance’nın down sendromlu Adelaide adlı bir kızı vardır ki, evet tam da dizinin başında gördüğümüz kız bu.