American Horror Story Sezon 1: Murder House – Eviniz Sizden Çocuk Yapmaya Karar Verirse!
Adelaide, Harmon ailesi taşındıktan sonra bile eve gizlice girer, tavan arasından yahut yatağın altından çıkar, çünkü eve “arkadaşlarıyla oynamaya geliyordur”. Anası da ondan aşağı kalmaz, zırt pırt güya Vivien’in hatırını sormaya gelir ve bir kaç parça eşya yürütmeden dönmez. Senaryo derinleştiğinde Constance’nin dramını, eve olan saplantısının nedenini ve başka çocukları olduğunu, hatta bir zamanlar bu evde oturduğunu da öğreniyoruz. Bunları rahat rahat söylüyorum, çünkü ilk 3-4 bölümde bağlantısını kurabileceğiniz şeyler zaten.
Analizimin karakter ağırlıklı olduğu gözünüzden kaçmamıştır, ama dizinin özellikle birinci sezonun en güçlü yanı derin karakterlerin klişelerle harmanlanışı. Mesela oturaklı, mantıklı ve yer yer fedakar anne tiplemesi olan Vivien, dizide en mağdur edilen karakterlerden biri tabii. Zaten düşük yapıp üstüne kendinden 20 yaş genç bir kızla aldatılmış, normal bir kadının iradesini yıkmaya yetecek travmalar bunlar.
Vivien sarsılmış, ama zayıf bir kadın değil. Korku senaryolarında bir kadına yoğun annelik içgüdüsü yükleniyorsa bilin ki başına gelecek var. Annelik içgüdüsü, bir karakterin kendini arka plana atarak irrasyonel işler yapması anlamına geldiği için senaristlerin can simidi gibi sarıldığı bir olgudur. Silent Hill veya El Orfenato gibi filmleri izlediyseniz bilirsiniz. Vivien’in evi bir türlü terk etmemesinin nedeni para gibi gösterilse de, bu sadece destekleyici faktör.
Ben Harmon, dizinin başında uçana kaçana attığı bakışlar ve daha fazlasıyla Sean McNamara ile Christian Troy’un bileşkesi alınıp psikolog yapılmış hali gibi geldi bana. Aynı sakin konuşma tarzı, aynı soğukkanlı tavırlar, ama karakter çok daha farklı. İlk başta fazlasıyla itici geliyor ki bu da standart bir taktik. Klişe korku senaryoları genel olarak doğurabilen bireyi, yani kadını sağ bırakır ve bu yüzden kadının eşi konumundaki kişiye bir sürü olumsuz özellik yükler ki, seyirci kadının ilerde daha iyi bir hayat kuracağına inanabilsin. Bu taktiğin bir benzerini bugünkü erkek odaklı süper kahraman dizilerinde de görüyoruz, ama bu kez itici yapılan karakterler kadın.
Ben, hayaletli evde olup bitenleri gözlerine bakarak izleyeceğiniz bir karakter, literal anlamda söylüyorum. Korku filmlerinde özellikle iri ve açık renk gözlü oyuncuların tercih edilmesi tesadüf değildir. Gözler ruhun aynasıdır ve yönetmenler seyirciye geçmesini istedikleri duyguların güzel bir çift göz aracılığıyla yansıtma taktiğini çok kullanır. Özellikle korku, gerilim ve delilik yansıyan gözler, başka öğeler zayıf kalsa da çoğu zaman seyirciyi tedirgin etmeye yeter de artar. Ben’in bakışlarındaki seks açlığı ve kendine güvenin, ileri bölümlerde kuşku, öfke, inanmazlık ve korkuya dönüştüğünü görüyoruz. Ben’in mağduriyeti ilerleyen bölümlerde Vivien’dan aşağı kalmıyor ve onun için üzülüyor insan, ancak bu yönetmenden çok Dylan McDermott’un başarısı. Müthiş oynuyor adam. Ben Harmon performansıyla ödül aldı zaten.
Violet Harmon’a gelecek olursak, her korku senaryosuna bir kaç kendini bilmez ergen lazımdır ki, yaptıkları salaklıklar yahut verdikleri açıklarla senariste nefes alacak alan bıraksınlar. Bunlar da bir nevi can simidi muamelesi görür. Seyircinin “Ama niye o çocukla? Niye atarlanıyor böyle bir durumda? Niye kendini öldürmeye çalışıyor?” misali bütün mantıklı sorularına aynı cevabı verebilir karakterler: “Çünkü ergenim!” Kimse de itiraz etmez, en fazla küfreder. Violet tam da bu profile uyan, aptal bir kız olmamasına rağmen her türlü gerzekliği yapan, babasıyla barışmaya karar vermiş annesini zayıf gören ukala ve hapçı bir kız işte. Hani ağzını burnunu dağıtasın gelir ama arada mantıklı da konuşur, lahavle çekersin ya, öyle.
Ergen demişken, birinci sezonun en taş karakteri Tate Langdon’a geldik. Bir sürü insanın başından beri diziyi takip etme nedeni kendisi, boşuna X-Men’e almadılar. Ben Harmon’a terapi seanslarına gelen ve okulda katliam (mass- shooting) hayalleri gören Tate, Violet’i gördüğü an etkilenir ve arkadaş olmaya çalışır. Depresyonda olan Violet da kendini onun yanında rahat hisseder ve aralarında bir ilişki başlar. Ben Harmon bundan çok rahatsız olur tabii ama evin yaşlı başlı hizmetçisini pantolonunuzun önüne yapışmışken gören kızınıza “O çocuğu onaylamıyorum,” derseniz pek tabii sallamaz.
Bu noktada Moira’yla ilgili bir şey daha söyleyeceğim, Ekşi Sözlük dahi pek çok yerde kadın genç ölmüşken yaşlı görünmesinin mantık hatası olduğunu düşünenler olmuş. Aslında, bu Falchuk- Murphy ikilisinin bir mesajı; Moira genç ölmüş olabilir, ancak hayalet olmaktan nefret ediyor. Ruhu yaşlı anlayacağınız. İstediğinde yine genç görüntüsüne bürünebiliyor, özellikle erkeklere karşı. Ancak gerçek hali bezgin bir yaşlı kadın. Ben de biraz zorlama olduğunu kabul ediyorum, ancak özellikle sezonun neyi konu edindiği göz önüne alınırsa mantık hatası olmadığını anlamak önemli.
Birinci sezon, bütün bu cinayet derlemelerini aldatma/aldanma konsepti üzerine kuruyor ve korku filmlerinin şahı sayılacak en büyük kandırıcıyı da atlamıyor; Antichrist! Nasıl mı? O kadarını da bir zahmet izleyip görün.
Sonuca gelecek olursak… Eğer siz de çoğu korku meraklısı gibi “Şöyle sağlam altyapılı bir şey olsa da izlesem,” diyenlerdenseniz ve sağlam altyapıdan kastınız senelerin eskitemediği hayaletli ev, akıl hastanesi yahut karnaval gibi konseptlerse tam yerine geldiniz. American Horror Story’nin her sezonunu, bu klişelerin güçlü ritmleri üzerine yazılmış farklı şarkılar gibi düşünebilirsiniz.
Falchuk ve Murphy, ritmin önüne yazdıkları karakterler aracılığıyla düz başlayan, yükseldikçe yoldan çıkan melodiler serpiştiriyorlar, olaylar tepe noktasında size “Ne yapıyor yahu bu adamlar?” dedirtmeyi amaçlayan bir kakaofoniye dönüşüyor, ancak sonrasında bütün karmaşık notalar ritmle bütünleşiyor, sakinleşiyor ve size güzel bir müzik dinlediğiniz hissini veriyor.
Biraz zayıf bulduğum Coven haricinde -ki nedenlerini kendi yazısında açıklayacağım- her bir sezon için güvenle konuşabilirim ki, türün meraklısıysanız asla pişman olmayacaksınız. Ancak The Asylum’dan itibaren klasik korku öğelerinin yerini yavaş yavaş modern psikolojik gerilime bıraktığını da söylemem lazım, sonra uyarmadı demeyin. Eğer daha gotik korku bir şeyler istiyorsanız, Penny Dreadful izlemenizi öneririm.
İkinci sezon, yani 1960’larda rahibeler tarafından idare edilen bir akıl hastanesinde olanları anlatan The Asylum incelemesine kadar sağlıcakla kalın.