American Horror Story Sezon 3: Coven – Dostum Sen Cadı Demişsin Ama Bu X-Women Olmuş
Ne zaman AHS yazmaya başlasam hava deliriyor, bu işte bir keramet olsa gerek. Havanın en az içindeki karakterler kadar manik depresife bağladığı bu iki gün içerisinde Coven’i yazmam epey kolay oldu. Şimdi, öncelikle bu sezonu anlatırken önceki iki yazımda olmadığı kadar tarihi referans verip, haddim olmayarak sizi genel kültür bombardımanına tutacağım. Neden? Coven, önceki iki sezonun yapmadığı kadar gerçek figürlere yer veriyor da ondan. Ancak sakın bu söylediğime kanıp da Gardnerian Witchcraft* ritüelleri filan içerdiğini sanmayın, sonra üzülürsünüz.
Bilakis, Coven bence AHS’nin en zayıf halkası. Kötü mü? Hayır, hafif. Yeterince tempolu ve eğlenceli bir seyirlik sağladığı gerçeğini göz ardı edemem. Ama bizim AHS’den beklediğimiz şeyler bunlar mı? Bence değil. Korkarım Brad Falchuk ile Ryan Murphy biraz Glee’yi özlemişler.
Coven, Asylum’un tersine geçmişten bir sahneyle başlıyor, Kathy Bates’i 19.yüzyılın başlarında, Louisiana’daki malikanesinde tüm haşmetiyle oturan Madame Delphine LaLaurie olarak görüyoruz. Madam LaLaurie diye biri gerçekten yaşamış; kölelerine çeşitli işkenceler etmiş, hatta öldürmüş bir seri katil kendisi. Louisiana folklorunda önemli bir yere sahip. Hikayelere göre, hizmeti altında 100’den fazla köle ölmüş. 1834 civarında malikanede çıkan bir yangın sebebiyle bu işleri yaptığı mahzen keşfedilince, linçten kurtulmak için ailesiyle Fransa’ya kaçmış. Fransa’da bir yaban domuzu avında öldüğü sanılıyor ama ölümüyle ilgili hiçbir buluntu kesin değil.
Coven’de ise, Madam’ın -çoğu psikolojik olsa da- köleleri kadar kendi kızlarına da işkence ettiğini görüyoruz. Yüzüne insan kanı sürerek genç kalmaya çalışması Elizabeth Bathory’yi çağrıştırabilir. Ama o Kathy Bates. Söylememe gerek var mı bilmiyorum, role olağanüstü yakışmış. İşkence etmek için seçtiği birinin başına boğa kafası geçirip kendi özel Minotaur’unu bile yapıyor manyak kadın. Ancak şöyle talihsiz bir durum var; bunu yaptığı siyahi Bastién, Voodoo Kraliçesi Marie Laveau’nun sevgilisi çıkıyor. Marie de intikam yemini ediyor.
Marie Laveau, 1800’lerde (aslında 1800’lerin büyük bir kısmında; başında doğuyor, 86 yaşında ölüyor) yaşamış gerçek bir Voodoo** Kraliçesi’dir. Bir de kızı Marie Laevau II var ve geçmişleri, hangisinin ne yaptığı açısından epey belirsiz. Söylencelere göre asıl güçlü büyücü anne Marie Laveau’ymuş ve yine zenginlerin evlerinde kuaförlük yaparken edindiği bilgilere göre insanlara fal bakarmış (Dizide de küçük bir kuaför salonu işletiyor). Ayrıca, ölümünden sonra insanlar onu sokakta canlı gördüklerini söylemişler, ama görülen kişinin onunla aynı ismi taşıyan kızı olduğu düşünülüyor. Bu bakımdan ölümsüzlük yakıştırması güzel olmuş.
Dizinin asıl hikayesi, Zoe Benson (Taissa Farmiga) adında bir genç kızın erkek arkadaşı Charlie ile mercimeği fırına verme sahnesiyle açılıyor. Daha doğrusu sahne açılıyor ama fırın kapalı, çünkü işler hızlandığında zavallı çocuğun kafasından kanlar fışkırıyor. Charlie’nin ölümünü çığlık çığlığa seyreden Zoe, bu vesileyle ailesinde genetik bir bozukluk olduğunu ve Salem cadılarının kanını taşıdığını öğreniyor. Annesi, erkek arkadaşına beyin anevrizması geçirten kızının yalvarmalarına aldırmadan apar topar Miss Robichaux’un *** Özel Kız Akademisi’ne postalıyor. Daha doğrusu, “Burada güçte bir dalgalanma olmuştu, tamam cadı varmış,” diyen bir konsey Zoe’yi alıp akademiye getiriyor.
İlk iki sezonda hizmetçi Moira ve Ölüm Meleği’ni oynayan Frances Conroy’u, bu bahsi geçen konseydeki Haute Couture**** formatında yaşlı bir cadı olan Myrtle Snow ***** rolünde görüyoruz. Öyle de bir tipi var ki, izleyici “AHS diye geldik ama çakma Profesör Trelawney çıktı, az sonra Hogwarts’ta kehanet dersine gireceğiz,” diye düşünmeden edemiyor. Ama konseydeki diğer tipler bir felaket; görünüşleri Hogwarts değil Sabrina’ya layık.
Öncelikle, nerede bu okul? New Orleans, Louisiana’da. Fazlasıyla manidar bir seçim. Louisiana, Fransız ve İspanyol kolonileriyle birleşmiş Kızılderili ve Afrikalıların oluşturduğu karma bir kültür içerir. Özellikle Voodoo kültürünün doğduğu yerdir. Marie Laveau’unun ebeveynlerinden biri bu kreoldendir.****** Yani buradan anlıyoruz ki, dizide Voodoo kültürüne çok gönderme var. Ama sorun şu ki, sadece Voodoo kültürüne göndermeler var. Avrupa etkisi tamamen esgeçilmiş.
Akademiye dönmek gerekirse, Zoe burada Müdire Cordelia Foxx (Sarah Paulson) ile tanışıyor; güzel, bilge, iyi kalpli, Barbie’den hallice bir kadın. Okul arkadaşlarına gelince, sadece üç taneler. Down sendromlu bir telepatik olan Nan (Jamie Brewer, ilk sezondaki Adelaide), küçük yaştan itibaren Hollywood’da türlü roller almış şımarık aktris olduğu yetmezmiş gibi telekinezi yapabilen Madison Montgomery (Emma Roberts), ve Tituba’nın ******* soyundan gelen, canlı bir voodoo bebeği olan Queenie (Gabourey Sidibe). Kendi bedenini kesmek, yakmak suretiyle canının istediği kişiye zarar verebiliyor.
Neyse, Zoe için çok üzülmeyin, Charlie’nin kırkı çıkmadan Madison ile gittiği bir partide tanıştığı Kyle’a (Evan Peters) gönül veriyor. Zoe, X-Men’deki Rogue misali “Bu iş yürümez”e bağladığı için aralarında bir şey geçmiyor, zaten zavallı Kyle, arkadaşlarının “Aaa film yıldızı bu!” diye Nuri Alço yöntemiyle uyutup topluca tecavüz ettiği Madison’un şerrinden kurtulamayıp, kızın -elinin bir hareketiyle- takla attırdığı takım otobüsünde can veriyor. Böyle millet ölüyor diyorum ama başlığı boşuna X-Men referansıyla atmadım. Giden bumerang gibi geri geliyor, siz merak etmeyin. Şu anlattıklarım taş çatlasa bir buçuk bölüm.
Evan Peters, bu sezonda oldukça pasif bir rolde ama Coven’de güçlü erkek karakterlere neredeyse hiç yer verilmemiş. Denis O’Hare’nin oynadığı akademinin bakıcısı Spalding ve yine bir Amerikan seri katil mitinden fırlama cazcı Axeman bu açığı bir nebze kapatıyorlar, ama sadece bir nebze. Açık maalesef sezon finali de dahil hep orada duruyor.
Bu tiplemeler nedeniyle Coven’i çeşitli mecralarda Harry Potter’a benzetenler olmuş tabii, ama üzerinde düşününce haklı bir benzetme değil. Ne Harry Potter’daki gibi renkli bir öğretmen veya öğrenci skalası, ne de geniş bir büyü kültürü görmek mümkün değil. 4-5 tane öğrenci var, karakterler yetenekleri bazında ilginç, ama kişilik olarak özellikle Madison ve Queenie tutarsız ve histerikler. Ortam Hristiyan kapı komşusuyla şenlendirilmeye çalışılsa da, genel olarak renksiz.
Ancak kızların yaptıkları öyle değil. Mesela Nan, telepatik güçleri sayesinde Marie Laevau tarafından hapsedilmiş Madam LaLaurie’yi bulup çıkarılmasını sağlıyor, koskoca Madam, iki yüz yıl sonra uyandığı için şaşırmış ve korkmuş bir şekilde akademinin hizmetçisi oluveriyor! Benim için dizinin en eğlenceli yanıydı bu. Her gün Kathy Bates’e ayar üstüne ayar veren bir Jessica Lange görmüyoruz.
Cordelia, cadıların soyu kurumuş durumdayken koca okulda dört kızı eğitmeye çalışıyor. Onun da kendince problemleri var; çocuk doğuramamak ve Coven’in gerçek başı yani Supreme’i olan annesi Fiona Goode’un (Jessica Lange) geri dönerek hem hayatına, hem de akademideki eğitime müdahale etmeye başlaması. Fiona, normalde okul yönetmek gibi sıkıcı işlerle uğraşacak bir kadın değil. Ancak, bataklıklarda yaşayan Misty Day (Lily Rabe) adlı bir cadının öldürülmesiyle “Salem geri geliyor!” diye dönüp, genç cadılara nasıl savaşacaklarını öğretmeye karar veriyor. Barış yanlısı kızı Cordelia’yla sık sık çatışıyor.
Çatışacağı bir diğer kişi de, Marie Laevau (Angela Bassett). Bu noktada senaristler çok güzel bir üçlü kurmuş; Fiona, LaLaurie ve Laveau gibi üç güçlü kadının çatışması çok güzel. Keşke şu diziyi hem 16. yüzyıl Salem’ine, hem 19. yüzyıl Louisiana’sına bağlasalardı da bu kadınları bu aktif rollerle orada kapıştırsalardı diyor insan. Diziyi “Salem’de neler oldu?” temalı çekselerdi, korkutan tek yanı jeneriği olmazdı.
Jessica Lange, Murder House’da entrikacı komşuydu, canlandırdığı Constance’nin 1960’lardan kalma bir tipi vardı. Asylum’da ise başta acımasızca yönettiği akıl hastanesine sonradan kendisi de düştüğü için oldukça aciz ve yürek burkucu bir görünümde izlemiştik onu. Burada ise, AHS’nin başından beri ona yakıştırdığımız her şey olarak; Coven’in en güçlü cadısı yani Supreme’i olarak çıkıyor karşımıza. Bir el hareketiyle yer yerinden oynuyor, insanlar uçuşuyor. Ama, ne pahasına?
Fiona, ne yazık ki tedavi edilemeyecek boyutta ilerlemiş bir tür kanserle savaşıyor. Bu kanserin tedavi edilememesinin nedeni, kendisinden bir sonraki Supreme’nin geliyor olması. Doğal düzen böyle işliyor; cadılara her nesil bir Supreme geliyor ve dünyadaki bütün organizasyonlar tarafından tanınıyor. Bu Supreme, genellikle cadılığın yedi mucizevi gücünü de (The Seven Wonders) kullanabilen biri oluyor. Oldukça prestijli iş yani. Ancak yeni Supreme’nin güçleri oluşmaya başladığında, mevcut Supreme soluyor, genellikle hastalanıyor.
Açık konuşmam gerekirse Fiona Goode karakteri de Coven’in muzdarip olduğu sığlıktan payını almış. Zamanının geldiğini kabul etmeyip gençlik takıntısından başka bir saplantı yahut gaye taşımayan bir kadın görüyoruz. Aslında anlaşılır bir durum, onca güçten vazgeçmek o kadar kolay olmasa gerek. Ama hayatı boyunca ne yapmış bu kadın?
Kendi ağzından dinleyelim; “Boktan bir Supreme oldum. Dünyayı gezdim, Chanel elbiseler giydim ama görevlerimi ihmal ettim.” Yani onca güce rağmen herhangi bir entelektüel yahut aydınlatıcı bir değerin peşinden koşmamış. Yani dizinin açılışında bir genetikçiye “O çabuk iyileşen şempanzenin içtiğinden bana da ver!” diyerek başlıyor kadın. Cadılık bu mu yahu? Ondan önceki Supreme Anna Leigh Leighton’un (Christine Ebersole) tipi bize çok daha tutarlı bir imaj veriyor aslında, ama onu da fazla tanıyamıyoruz.