Da Vinci’s Demons : Leonardo mu Dr. Who mu?
Ortalama bir dizi ve sinema takipçisi olarak şunu söyleyebilirim ki, Goyer adı benim zihnimde iki sıfat uyandırır; biri dengesiz, diğeri dahi. Dengesiz sıfatı adamın kişiliğine değil, yazdığı senaryoları beğenip beğenmemeye atfen tabii. Bende bu duyguları uyandıran bir profesyonelin Leonardo gibi bir dehayı işlemesi ise, ortaya çıkan işi deli gibi merak etmeme neden olmuştu, çünkü Leonardo da döneminin ileri gelen entelektüelleri tarafından aynen bu şekilde tanımlanmıştır; dengesiz ve dahi. Goyer’in 2013’te Starz için yaptığı Da Vinci’s Demons da yoluna aynen böyle dengesiz başlıyor.
Şimdi, Goyer hakkındaki ikinci fikrim, sinema senaryolarında bu sorunu pek göremiyorum ama, adamın yazdığı diziler amiyane tabirle Arap atı gibi geç açılıyor ve bu da çoğunun rating tanrısına kurban verilmesine neden oluyor, Constantine veya Flashforward gibi. Özellikle de dizilerde karakter replikleri öyle yapay (aslında cheesy demem gerekir), sığ ve ucuz karizma kokulu ki, “Acaba bunlar Batman üçlemesini yazan kalemden mi çıktı, yoksa amca oğluna mı yazdırdı?” diye merak etmeden duramıyorsunuz. Çok şükür, amca oğullarına iş yaptırmak şimdilik bizim patronların tekelinde.
Bir Pop Kültür Unsuru Olarak Da Vinci
Özellikle benim gibi Güzel Sanatlar’da okuduysanız ya da hayatınızın bir bölümü sanat tarihine ilgi duyarak geçtiyse, Leonardo hakkında kulağınızın dolu olması kuvvetle muhtemel ve ne bekleyeceğinizi az çok tahmin edebiliyorum, şimdi size tavsiyem o beklentileri yavaşça yere bırakın. Nasıl bir Leonardo canlandırmak istediğini önce, kısaca yapımcının kendisinden dinleyelim; “Bugün Leonardo denilince insanların zihninde kendini resmettiği son portresi, yani yaşlı bir adam geliyor. Oysa gençliğinde gayet enerjik, atletik, yakışıklı bir adamdı. Çok iyi kılıç kullanırdı, sihirbazdı, usta bir biniciydi, ayrıca o dönemde duyulmamış şekilde vejetaryendi. Ayrıca hayatında hiç kaydedilmemiş, gizemli yıllar var.”
İşte bu dizideki Leonardo da, gerek canlandıran Tom Riley’nin küstahlık soslu maço tavırları, ekrana yansıttığı aşırı erkeksi enerji ve bu enerjinin hedefsiz kalmayarak uçana kaçana yönelmesiyle sanat tarihi meraklısı izleyiciyi anında soğutup dışlıyor; bir tek sahne haricinde: Leonardo’nun fotografik hafızası sayesinde pazarda, kafesteki kuşları serbest bıraktırıp onlar uçarken çizim yaptığı dakikalar, iddia ediyorum genel olarak dizi tarihindeki en ilham verici sahnelerden birisi.
Goyer bize bu sahne aracılığıyla “Durun, bu dizi sadece ergenler için değil, bana bir şans verin!” diyor adeta. Bu kadar etkili olmasında şüphesiz Bear McCreary’nin müziklerinin de çok tesiri var. Dizinin soundtrack’i genel olarak muhteşem, ama asıl övgüyü önemli sahnelerde de kullanılan jenerik müziği hak ediyor; müzik Leonardo’nun ters el yazısı düşünülerek bestelenmiş. Düzden de, tersten de çalındığında aynı. Battlestar Galactica’nın da unutulmaz müziklerine imza atan Bear McCreary de kendi çapında bir deha.
Şayet diziyi aksiyon değil de Leonardo da Vinci yüzünden izliyorsanız, o an diyorsunuz ki kendinize, “En az bir kaç bölüm daha şans vereceğim, böyle bir sahne için olabilecek en kötü bölümlere bile razıyım.” Dizinin ilk sezonunun sekiz, ikinci sezonunun ise 10 bölüm olduğunu düşünürsek hiç de fazla bir fedakarlık sayılmaz bu. Yine kişisel fikrim, 3 bölüm daha dayanmanız yolunda, 4. bölüm itibariyle dizi ilginçleşiyor, sonra da pek hız kesmiyor.
Medici Varsa, O İş Karışık
Sizi bekleyen şey arkadaşlar, Dr. Who, Casanova ve Sherlock soslu karman çorman edilmiş çapkın, asi bir “sanatçının” maceraları, Assassin’s Creed soslu aksiyon sahneleriyle servis ediliyor. Floransa’nın yönetici ailesi Medici’lerin başında bir sürü politik bela var. Leonardo her bölümde dövüş yeteneği ve dahiyane icatlarıyla Floransa’yı kurtarmayı başarıyor ve sevilmese bile, kendine bir yer edinmeye başlıyor. Leonardo’nun en büyük içsel “iblisi”, gayri meşru bir çocuk olmak ve onu yük olarak gören babasına bir türlü yaranamamak. Huysuz Medici ailesi üyelerinin sürekli görev verdiği bir mmo oyunundaymış gibi hissediyorsunuz kendinizi. Gereksiz yere atarlanarak kötü polis yapılan, kahramanımızdan hiç hoşlanmayan Giuliano Medici (Tom Bateman) ve sözde iyi polis olan, şehrini korumaya çalışan ama arada orta yaş krizi yaşıyormuş gibi görünen Lorenzo Medici’nin (Elliot Cowan) bende uyandırdığı ilk izlenim nötrdü.
İlk bölümün sonunda inanılmaz klişe bir geçmiş hikayesi yüklendiğini gördüğümüz, Lorenzo’nun ne idüğü belirsiz gizemli metresi Lucrezia Donati (Laura Haddock) ve yine Lorenzo’nun eşi Clarice (Lara Pulver, Sherlock’taki Irene Adler kendisi) ise önü açık karakterler. Dizi açıkçası en azından ilk bölümlerde parsayı sempatik yan karakterlerden topluyor; Leonardo’nun tayfası hırsız Zoroaster (Gregg Chillin), güzel model Vanessa (Hera Hilmar) ve sonradan bize sürpriz yapacak olan Nico (Eros Vlahos) tam bir rol yapma oyunu ekibi gibi, belaları birlikte çözüyorlar ve hiçbir entrika karşılarında duramıyor. Ama tempo genel olarak düşük ve ana karakterler sığ olduğu için, özde sıkıyor.
Yalnız dikkatinizi çekerim, bu izlenimler sadece ilk dört bölüm için geçerli! Da Vinci’s Demons buradan itibaren şahlanıyor, arada dalgalanmalar yaşasa da yine gerçeğinden neredeyse bire bir alınmış Medici suikastiyle hızlanıyor ve temposundan ödün vermeden ilerliyor. Başta o kadar itici gösterdiği Giuliano’yu bile sempatik yapabilmesi, Lorenzo ile Leonardo’nun birbirlerini kardeş gibi görecek kadar yakınlaşmasını üç dört bölümde anlatabilmek kolay değil ama hayret ki beceriyor. Tabii senaryoya azar azar yedirilen un misali okült öğeler mevcut. “Sons of Mithras” adı mesela, gizemcilikle az çok ilgili insanların ilgisini çekmeye yeter.
Aslında, Goyer’in Leonardo da Vinci’yi bu nesle tanıtma fikrini kesinlikle doğru ve içten bulduğumu söyleyerek işe başlayayım. Leonardo, tabir-i caizse döneminin en geek adamıydı. Ona verilen siparişleri hiç sallamayarak, tuvallerine mesela Arşimed’in icatlarını çizip günlerce düşündüğü olurdu. O günlerde siparişlerin sanatçılar için önemini anlatmama gerek yok. Size bir tablo sipariş ediliyordu, bazen şartlara göre malzemesini de cebinizden karşılamanız istenebiliyordu ve siz tabloyu bitirdiğinizde, bir grup yaşını almış din adamı bunları tartışarak size kutsal kitap kökenli revizyon veriyordu, “Tablodaki kuzu aslında İncil’deki filan ayete gönderme yapacaktı, sırf referansı güçlendirmesi için bir de melekli halini görebilir miyiz?” ya da “Bunu bir de Kral James İncil’ine göre yorumlar mısın, hani yeni çıkan?” gibi.
Tabii tabloları kazımanız ya da en iyi ihtimalle aynı eskiz üzerinden yeniden başlamanız gerekiyordu ve bu revizyon işlerinin uygulamasını genellikle çıraklar hallediyordu. Leonardo çırakken böyle kaç tane iş denk geldi bilmiyorum ama, olgunluk döneminde müşterilerin dayatmalarından tamamen sıkılmıştı ve alay etmekten çekinmiyordu, bu nedenle pek çok işi rakiplerine kaptırmıştır. Goyer, bu asiliği Riley’nin az önce bahsettiğim küstah maço tavırlarıyla yansıtmayı uygun görmüş. Riley de aktör olarak gayet kendinden isteneni vermiş. Amma velakin, gerçek Leonardo bu değil.
Bunu pek çok kişi değerlendirme sitelerinde çığlık çığlığa söylemiş zaten. Leonardo da Vinci gibi bir karakterin ilk defa bu kadar ciddi bir prodüksiyonla anlatıldığı düşünülürse, Goyer’in bu adamı genç nesillere anlatırken biraz daha sorumluluk sahibi davranmasını ben de isterdim, ancak Leonardo özellikle gençlik yıllarında bir sürü insan saçmalığıyla baş edip hayata küsmüş bir adamdır. Öyküsü maalesef özellikle 21. yüzyılda yaratılmış personasının altında son derece basit ve depresif kalır. Kısacası, satacağını hiç sanmam.