Dead Like Me – Melankolik Bir Ölüm Komedyası

Daha 18 yaşında hayatınızdan bezmiş, sorumluluktan arkanıza bakmadan kaçan, ailenizin yanında yaşayan, şüphesiz bir-iki yıl içinde unutacağınız kişilik bunalımlarından dolayı üniversiteyi daha ilk yılında bırakmış bir gençsiniz. Sizden ve günlerinizi boş boş geçirmenizden bıktığına emin olduğunuz anneniz bir gün iş bulmanız gerektiğine karar veriyor, çok lazımmış gibi. Tüm çabasızlığınıza -ve açık sözlü küstahlığınıza- rağmen ajansın birinde arşivleme işine girmekten kaçınamıyorsunuz. Fakat bu gerçekten de sizin gününüz değil (zaten hayatınızda doğru giden ne var ki?). Bugün 23 Mart 2001. Rus uzay istasyonu Mir’in yörüngeden indirileceği gün. Öğlen tatilinize çıktığınızda tam da rahat bir nefes alacakken istasyondan düşen klozet kapağının kafanıza çakılmasıyla ölüyorsunuz.

Hannibal’dan sonra Bryan Fuller’ın adını duymayanınız kalmamıştır. Zekice yazılmış diyalogları, büyülü gerçekçilikle örülmüş detaylı öykücülüğü ve ona sadık bir kült hayran kitlesi kazandırmasına rağmen ana akımda başarılı olmasının önündeki en büyük engellerden olan kara mizahıyla, zamanından çok önce iptal edilmiş dizilerin lanetli prodüktörüdür kendisi. Pushing Daisies’le de aşinaysanız Fuller’ın en büyük takıntısının farkına varmışsınızdır: Ölüm. Dead Like Me, ölümü ve her şeye rağmen yaşamı merkezine koymuş bir dizi. Anlatayım:

Esas kızımız Georgia Lass’in ölümü hikayemizde bir sona değil, aksine trajikomik olayların başlamasına neden olacaktır, zira biraz önce ona saati soran tuhaf adam emekliye ayrılan bir ölüm meleğidir (reaper) ve görevini George’a bırakmıştır… istese de, istemese de. Reaper’lar ölenlerin ruhlarını toplamak ve onları bir sonraki her neyse’ye yollamakla yükümlü kişilerdir. George, birdenbire kendini hiç tanımadığı -ve onu tanımaya pek de hevesli olmayan- bir grup insanın arasında bulur. Hayatı boyunca kaçındığı sorumluluk, ölümünden sonra en marazi haliyle gelip yakasına yapışmıştır.

screenshot2

Hey, Ölü Kız! Dur Bir Dakika!

Ölümün kendi kendine gerçekleşen doğal bir süreç olduğunu mu sanıyordunuz? Bir daha düşünün! Bahtsız kahramanlarımız gülünç, travmatik, beklenmedik şekilde öldükten sonra belirsiz bir süre boyunca ölüm mekanizmasının işlemesinden sorumlu olan gönülsüz gönüllü yarı ölüler. “Ensemble” dizilerinin nasıl işlediğini bilirsiniz. İlk bölümlerde kadronun toplanması konu edilir, karakter dinamiklerine giriş yapılır. Bunları kadronun en yeni ya da tecrübesiz üyesinin bakış açısından görürüz; biz seyircilerin sahne içindeki temsilcisidir o. En geç bir-iki bölüm içinde herkes birbirine alışır ve hikayenin pürüzlere takılmadan anlatılabilmesi için uyumlu bir takım olarak hareket etmeye başlarlar. Seyircinin de içini rahatlatan bir durumdur bu, çok geçmeden karakterleri birbirinden ayrılamaz bir bütün olarak benimsersiniz.

Dead Like Me’de her şey biraz daha yavaş ilerliyor. Bryan Fuller odanın içindeki fil(ler)i görmezden gelmemeyi seçmiş. Ölmeden önce hayatının yeterince zor olduğunu düşünen George için insanların ruhlarını bedenlerinden ayırmak başlı başına bir travma. Üstüne üstlük artık evsiz, ailesiz, beş parasız… ve yıllar içinde her şeye karşı tepkisizleşmiş takım arkadaşlarının onun genç kızlık bunalımlarına ayıracak vakitleri yok. “Takım” sözcüğünü tereddütle kullanıyorum. Karakterlerin bırakın birbirlerine güvenmesini, birbirlerine dostça davranmaya başlamaları bile uzun bir süreç. Bir anda yapayalnız kalıveren ölü kız için hiç de hoş bir durum değil bu.

Ölümle Randevular

Neyse ki Der Waffle Haus var! Dış Etkenler Birimi’nin toplandığı, aralarındaki en güzel Seinfeldvari diyaloglara sahne olan küçük bir café burası. Reaper’ların hayatlarındaki tek değişmeyen şey. Birimi yöneten ve saçmalıklarınız için hiç mi hiç sabrı olmayan Rube (Princess Bride’dan tanıyacağınız Mandy Patinkin), George’un eline müstakbel meftanın baş harflerinin, ölüm yerinin ve saatinin yazılı olduğu bir post-it tutuşturuyor, yanında da işi yüzüne gözüne bulaştırmaması için diğer reaper’lardan birini gönderiyor. Sizi onlarla tanıştırayım:

screenshot1

Rube: Aralarındaki en deneyimli reaper. Ölümlere dair bilgi esrarengiz bir şekilde ona geliyor, o da bu ‘randevuları’ post-it’lere yazarak görev dağılımını yapıyor. George’a ‘peanut’ (fıstığım) diye seslenmesi sizi yanıltmasın, oldukça katı ve görev odaklı. Genç reaper’ların bıkkın bebek bakıcısı rolünden anlayışlı abi rolüne geçmesi biraz zaman alıyor.

Roxy: Rube’un en az başını ağrıtan reaper. Takdir ettiğim bir görev bilincine ve profesyonelliğe sahip. Ancak kafasını kızdırmazsanız iyi edersiniz. En hafif ihtimalle sağlam bir laf yersiniz, daha da ileri giderseniz (ya da adınız Mason’sa) şiddete başvurmaktan hiç çekinmez.

Betty: Ölümüyle bu kadar barışık biri yoktur herhalde. Betty George’a en dostça davranan reaper. İnsanları yolculuklarına “Mutlu şeyler düşün!” diye yollar, Polaroid makinesiyle bir hatıra fotoğrafı çekmeyi de ihmal etmez (evet, evinde çuvallar dolusu hatıra fotoğrafı var). Konuyla alakasız çıkışlar yapma eğilimi pek eğlencelidir.

screenshot4


Mason:
 Heh… Nereden başlasam? Mason ekipteki en renkli karakter. Çok pasaklı, edepsiz, uyuşturucu müptelası, alkolik, hırsız, nerede nasıl davranılacağından bihaber, biraz da aptal (ama tuhaf bir şekilde, beklenmedik anlarda zeka pırıltıları gösteriyor). Tüm bunlara rağmen adamda şeytan tüyü var. George’un grupta en yakın olduğu kişi. Aynı zamanda komik, küçük düşürücü olaylar için bir paratoner. Eğer birinin başına kötü bir şey gelecekse bu mutlaka Mason’dır.

Daisy:  “Merhaba, ben Daisy. Daisy Adair.” Ekibin en son üyesi, güzel, bakımlı ama son derece sığ bir oyuncu. 1940’larda Rüzgar Gibi Geçti’nin setinde ölmüş, Clark Gable’la yatıp yatmadığı şüpheli. Yine de erkekleri serçe parmağında oynatıyor (en çok da Mason’ı). George dahil herkes zar zor tahammül ediyor ona… en azından ilk başlarda. Dizi boyunca sinir bozucu bir klişeden, en sempatik, en derin karaktere evriliyor Daisy.

Ekibimiz cinayetler, intiharlar, kazalar ve diğer dış etkenlerden sorumlu. Doğru yerde, doğru zamanda olmaları şart; ölüm geç kaldığında yaşananlar hiç de iç açıcı değil çünkü. Ayrıca doğru adrese geldiklerinde doğru kişiyi bulmak zorundalar (göründüğü kadar kolay bir şey değil bu). Müstakbel meftayı bulmak için olayların akışına müdahale etmeden etrafı kolaçan etmeleri, işlerin nasıl gelişeceği konusunda fikir yürütmeleri gerek. Dead Like Me’yi gönül rahatlığıyla dedektif dizileriyle aynı kategoriye koyabilirsiniz bu yüzden, ama ölümün diğer tarafından bakıyor olmamız işin ciddiyetini ortadan kaldırıyor. Yerine kara mizah koyuyor. İnsanlar korkunç, imkansız, karikatür gibi sebeplerden ölüyorlar. Eğer şanslıysalar, kahramanlarımızdan biri onlar acı çekmeden ruhlarını çekip alıveriyor (Çok da üzerinde düşünmeyin, büyülü gerçekçilik Bryan Fuller’ın tarzının bir parçası. Nitekim cevapsız kalan sorular çok).

Ölüler de Büyür 

George’un kendine yeni bir hayat kurma çabası, dizinin kalbindeki temalardan biri. Reaper’ların hayatı yaşayanlarınkinden çok da farklı değil. Kalacak bir yer bulmak, para kazanmak zorundalar. George çözümü Happy Time Temp Agency’de Delores Herbig’in (“as in, her big brown eyes?” diye devam ediyorum istemsizce) yanında çalışmakta buluyor. Peki daha geçen gün korkunç bir şekilde ölen kızı hatırlamayacak mı? Hayır! Reaper’lar yaşayanların gözüne olduklarından farklı görünüyorlar. Olur da yaşarken tanıdıkları biriyle karşılaşırlar diye.

screenshot3

Bu da George’un eski hayatıyla yeni düzeni arasında çekilen son çizgi. Ne kadar istese de, ailesiyle görüşmesi imkansız… Yine de deniyor. Rube’un kesin bir şekilde yasaklamasına rağmen -ki bu noktada George’u gözettiğinin ilk sinyallerini veriyor Rube- George günlük hayatlarına devam etmeye çalışan ailesini obsesif bir şekilde izliyor, birkaç defa da onlarla konuşmaya çalışıyor. Her bölümün üçte biri de Lass ailesine ait. Büyük kızlarının ölümünün ardından Joy ve Clancy’nin parçalanmakta olan evliliği, daha 10 yaşındaki Reggie’nin ölümle yüzleş(eme)mesi, George’un varlığını sürdürdüğünü bilen izleyicinin boğazını düğümlüyor. Herkese göre değil elbette, ama dizinin her köşesine sinmiş bu melankoli beni en çok çeken şeylerden biri. O ilk sahnelerde gördüğümüz sıkıcı banliyö ailesi ölümle yüzleşirken karikatür olmaktan çıkıyor. Clancy kendini işine veriyor, Joy evden kızının bütün izlerini silerek hiçbir şey olmamış gibi davranıyor. Ve Reggie… ölümün son olduğunu kabullenemiyor. Ablasının hatırasını yaşatmak, hatta ona bir şekilde ulaşmak için elinden gelen her yolu deniyor. Anne-babasının tepkisizliğiyse onu daha derin bir depresyona sürüklüyor.

Son Olarak…

Dead Like Me mükemmel değil. Bölümler arasında ufak tutarsızlıklar var. Kara mizahı, melankolisi, edep sınırlarını umursamazca yoksayan olayları, küfürbaz karakterleri, uçuk kaçık diyalogları… bunlar herkese göre değil elbette. Ama yine de hak ettiği izleyiciye ulaşamadığını düşünüyorum bu küçük, samimi ölüm komedisinin. Sizin de karanlık bir mizah anlayışınız varsa, zekice diyaloglardan ve büyülü gerçekçilikten hoşlanıyorsanız bu diziyle tanışmalısınız.

Yorumlar