Game of Thrones’da Alışılmadık Ortaklıklar
“Game of Thrones – Anlatılmak İstenen Ne?” isimli yazımda, serilerdeki tüm başrol karakterlerinin farklı şekillerde ayrımcılığa uğradığı ve sayısız ön yargı ile boğuşmak zorunda kaldıklarından bahsetmiştim.
Kadın oldukları için, piç oldukları için, cüce oldukları için, kral katili oldukları için vs ön yargılara uğradıkları, hayatlarının her noktasında zorluklarla karşılaştıklarına, hikayelerde ön planda kalan istisnasız “hiç bir karakterin” hayatının kolay olmadığına değinmiştim.
Bununla birlikte, söz konusu karakterler arasında enteresan ilişkiler ve beklenmedik dostluk ya da düşmanlıklar ve dikkate değer anlatılar sunuyor. En dikkat çeken ve üzerinde durulması gereken ilişkilere bir göz atalım.
Ek ve önemli bilgi : Bu yazı 8.2 ile 8.3 arasına denk gelen dönemde yazıldığı için, ilgili karakterler hakkındaki o bölümden sonraki olaylara yer verilmemiştir.
Arya Stark – Sandor “Hound” Clagene
Arya ile Hound’un yolları birden çok kez kesişiyor. Bakıldığı zaman, taban tabana zıt iki karaktere sahip olduklarını görmek zor değil. Arya ailesine düşkünken, Hound ailesinden ve abisinden nefret ediyor. Arya (en azından başlarda) insanların dürüstlüğüne inanırken, Hound yapısı gereği insanlardan en kötüsünü bekliyor. Bu bakış açısı, Arya’nın yürüdüğü yolda kendisine farklı bir perspektif kazandırıyor. Hound’un aksi ve negatif bakış açısının, Arya’nın ilk dönemlerindeki değişimlere damga vurduğunu görmek işten bile değil.
Zira Arya, Hound ile karşılaşana kadarki dönemde soylu bir kız olduğu için insanların kendisine belli bir nezaket göstermesine alışkındı. Ayrıca Sansa kadar olmasa da görece naif bir Dünya görüşüne sahipti. Hound’un karakteri, Arya’nın hali hazırda kararmakta olan bakış açısına net bir gri renk katmıştı. Bunun sonucunda, suikastçı tarikatı olan Yüzsüz Adamlar’a katılımı Arya açısından o kadar da travmatik bir konu olmayıp, geçiş sürecinin parçası haline gelmişti. Yoksa Winterfell’de büyüyen soylu bir çocuğun, bu tür bir organizasyona katılması düşünülemezdi bile.
Soyluluk ve ünvanların, ayrıcalık yerine baş belası olduğu dönemlerde Arya-Hound ilişkisi, genç kızın büyüme yolunda büyük bir önem arz etmişti. Winterfell’de aldığı temel kılıç eğitimi, Kings Landing’deki ünlü eğitmen Syrio Forel ile devam etmiş, nihayetinde Hound ile geçirdiği sürede daha üst seviyeye çıkmıştı. Tabi ki güç ile çeviklik farkının, kılıç kullanımına nasıl etki ettiğini de birinci elden gözlemlemesine katkıda bulunmuştu.
Fakat tüm ilişkilerde olduğu gibi, bu ikilinin de tek tarafı yoktu. Hound, tüm kötü özelliklerine rağmen, şövalyelik ya da soyluluk adı altında yapılan ahlaksızlıklardan rahatsız olan biri olarak, bu küçük ancak soylu kızda bir şeyler görmüş ve kendi Dünya görüşüne küçük de olsa bir renk ve anlam katmıştı.
Söylemeye gerek yok, o süre içindeki ortak düşmanlar da ikiliyi istemeden de olsa birbirlerine yakınlaştırmıştı. Brienne-Hound dövüşünde, Arya’nın Hound ile kalmak istemesi de Brienne’nin Lannisterlar tarafından güdüldüğünü düşünmesiydi. Neticede düşmanımın düşmanı dostumdur, değil mi?
Yeni sezonda da Hound ile Arya’nın yollarının yeniden kesişmesi tesadüften ibaret değil. Henüz sona ermemiş bir yolculuğun, duraklarından biriydi.
Jaime Lannister – Brienne of Tarth
Jaime, temelde serilerde en kompleks karakterlerden biri. Ünlü Kingsguard’ın bir üyesi olarak evlilik ve soyluluk haklarından feragat etmiş ve kendini kral ile ailesinin korunmasına adamış biriydi. Serilerde, Kral Robert Baratheon ve sonraki karmaşık dönemlerde Kingsguard’ın lideri olduğunu görsek de Jaime’nin Kingsguard geçmişi çok daha önceye uzanıyor.
Deli Kral, Aerys II Targaryen döneminin Kingsguard ekibi, efsanevi kılıç ustası Arthur Dayne, serilerde görme şansını bulduğumuz bir diğer efsane Barristan Selmy, o grubun lideri olan bir diğer önemi isim Gerold Hightower gibi müthiş adamlardan oluşuyordu. Ve Jaime de bu grubun en genç üyesiydi. Bu genç soylunun esasen iki önceliği vardı ve her ne kadar bunların birincisi ikizi Cercei olsa da bir diğeri de şövalyelik kurumuydu. Fakat Deli Kral’ı öldürmesi ile sonuçlanan olaylar neticesinde, eski Kingsguard’ın efsanelerinde görüp çok istediği onurlu şövalye yakıştırmasının hiç bir zaman üzerine oturamayacağını fark etmeye başladı.
Jaime bunu öyle çok istiyordu ki, babası Tywin’in Hand olduğu dönemde Kingsguard ünvanını düşürüp Lannister ailesinin başına geçme teklifini bile reddetmişti. Bundaki tek etkenin Cercei’nin yanında kalmak olduğunu düşünmek biraz yetersiz kalıyor. Jaime ne olursa olsun, bir gün, onurlu bir şövalye ve Kingsguard olmak istiyordu.
Fakat Jaime, zor ahlaki kararların alınması gereken, siyah ile beyazın birbirine karıştığı dönemlerde yaşama talihsizliğine sahipti. Bu yüzden, sıklıkla aile-krallık-ahlak-onur gibi kavramlar arasında sıkışıyordu. Ta ki Brienne ile tanışana kadar…
Brienne, Jaime’nin tanıdığı ve görev aldığı o efsane şövalyelerin, hatta geçmişteki büyük isimlerin vücuda gelmiş hali gibiydi. Sayısız şövalye tanımış olan Jaime, kadın vücudunda doğmuş olan bu talihsiz savaşçının erdemlerine birinci elden tanık olduğunda ilk tepkisi onunla eğlenmek olmuştu. Fakat birlikte çıktıkları yolculukta başlarına gelen olaylar ve bunun sonucunda kolunu kaybetmesi, aralarında çoğu kişinin tahmin bile edebileceğinden derin ve saygı temelli bir ilişki gelişmesini sağlamıştı. Bu ilişkinin tepe noktalarından biri de Jaime’nin, zamanında Eddard Stark’ın kılıcından yeniden dövülmüş olan ve kendisine babası tarafından verilmiş olan kılıcı “Ned Stark’ın kızını koruması için” Brienne’e vermesi ve kılıcın Oathkeeper (Yemintutan) olarak yeniden adlandırmasıdır.
(Hoş bir detay olarak, sonradan üzerinde aslan kafası sembolü taşıyan o kılıç, kendisinin Lannisterlar ile iş birliği içinde gibi görünmesine ve Brienne ile Hound arasındaki efsanevi dövüşe neden olacaktı. )
Büyük, belki de yaşayan en büyük savaşçı addedilmesine rağmen Jaime’nin tam anlamı ile sahip olmadığı erdemler olduğunu fark etmek, Brienne üzerinde diğer insanlarda olduğu kadar büyük bir etki yapmamıştı. Öyle ya, şövalye olmak isteyen bir kadın olarak hayal kırıklıklarına aşinaydı. Buna rağmen, yolculukları boyunca Jaime’de gözlemlediği (esasında adamın da kendinde yeni yeni fark ettiği) kişilik özellikleri, Brienne’nin saygısını arttırmıştı.
Esasında Brienne’nin Jaime’ye bakışı daha çok, idolü olan büyük bir yıldızı tanımak ve onun gibi olmak isteyen bir genci andırmaktaydı. Zaman içerisinde ulaştığı noktanın, Jaime’nin sahip olduğu şövalye erdemleri olduğu kadar, bir zamanlar sahip olduğu dövüş yeteneklerini de (muhtemelen) geçmiş olmasına rağmen Brienne o saygıyı asla tam olarak kaybetmemişti.
Son sezondaki buluşmalarından sonra, artık çok daha olgunlaşmış olan Jaime’nin Brienne’e karşı olan saygısının çok dramatik bir şekilde arttığına şahit oluruz. Öyle ki onun komutasında savaşmayı bir onur olarak görmektedir. Nihai olarak, tüm alışılagelmiş geleneklerin aksine Jaime tarafından Brienne’e şövalyelik mertebesi verilmesi , tüm dizi boyunca karşılaşılan en duygusal anlardan biri olmuştur.
Bir yandan tıpkı Hound’da olduğu gibi şövalyeler ve şövalyelik kurumuna karşı belirgin bir iğrenme geliştirmiş olsa da Brienne’nin yüreğinin derinliklerinde en çok istediği şeylerden birisi şövalye olmaktı. Kesin olarak öleceklerini düşünmelerine rağmen verilmiş olan bu ünvan, olmuşluk ve tamamlanma hissini de beraberinde getiriyordu.
Tabi ki ikilinin arasındaki ilişki bu kadar çok yoldan geçmiş olmasaydı, Jaime’nin Kuzey Ordularına katılması hiç gerçekleşmeyip Khaleesi tarafından idam edilmesi kaçınılmaz hale gelebilirdi. O en kritik noktada Brienne’nin Jaime’ye, Sansa Stark’ın da Brienne’e arka çıkması, hayatta kalmasını sağlamıştı.
Tyrion Lannister – Jorah Mormont
Serilerdeki bu tuhaf ikililerin genelde karşıtlıklar üzerinden kurgulandığı belirgin bir durum. Bu ikili söz konusu olunca, karşıtlıklar daha da bariz bir hal alıyor.
Tyrion ve Jorah’ın yollarının karşılaşması, kitap ve diziyi izleyenlerin en başlarda kesinlikle akıl edemeyeceği bir durumdur. Bir kere ayrı ayrı kıtalarda, birbirine düşman gruplara mensup olan bu karakterler kendi içlerinde pek çok aykırı durum barındırmaktadır.
Tyrion, yaptığı her şey ön yargı ile karşılandığı için sürekli olarak ahlaksız gibi görünmektedir. Jorah ise gerçekten ahlaksızlık yapıp (yasaklanmasına rağmen köle ticareti) sonradan erdemli biri olarak görünmektedir.
Tyrion, iki düşman taraftan Lannister ailesine mensup olmasına rağmen babasına ya da ailesine sadık olmayabileceğini hep göstermiştir. Jorah ise, savaşın diğer ucundaki Targaryenlere (daha doğrusu Khaleesi’ye) ölümüne sadıktır.
Tyrion, nihai olarak babasını öldürüp diğer kıtaya kaçırılıp düşmanlarına katılmıştır. Jorah ise en baştan Robert Baratheon’a bağlı olan Varys tarafından Khaleesi ve ağabeyini gözlemlemek için gönderilmiş casustur. Fakat sonradan o da taraf değiştirmiştir.
Tyrion, cüce ve sakattır. Jorah ise formda ve iyi bir savaşçıdır.
Tyrion’un bakış açısı zeka ve hesaplama doludur. Jorah’ın bakış açısı ise sadakat ve şeref yüzünden taraflı olabilir.
Karşıtlıklar say say bitmez. Bu iki karakterin yolu bir şekilde buluştuğu zaman anlaşamamaları kaçınılmaz bir durumdu. Muhtemelen hiç bir zaman da çok iyi olmayabilir. Zaten Tyrion’u Volanthis’te yakalayıp kaçıran ve Khaleesi’ye hediye olarak götüren de (baş düşman Lannnisterların aile fertlerinden biri) bizzat Jorah olmuştu.
Yine de bu kaçırılma olayı, ikilinin uzunca bir süre birlikte seyahat etmelerini sağlamıştı. Bu süreçte ikisi de birbirini iyi tanımış ve tam anlamı ile olmasa da ilerleyen dönemlerde meyvelerini verecek bir saygının temellerini atmıştı. Tabi yolculuk boyunca Tyrion’un iğnelemeleri, Jorah’ın kaba tavırları ve hatta tokat atması işleri güçleştirmişti. Yine de Jorah’ın, Tyrion’u Gri Hastalığı taşıyan adamlardan kurtarması ve sonrasında kendisinin hastalanması kaderin bir cilvesi gibiydi.
İkilinin sonraki dönemdeki ilişkilerinde pek çok git gel olsa da karşılıklı olarak birbirlerini destekledikleri pek çok anekdot mevcuttur. Hali hazırda, Tyrion’un hayatını kurtaran birine karşı belirli bir saygı ve destek göstermemesi zor bir durumdur. Jorah’ın buradaki çıkış noktası ise, başlarda Hand seçilmesini kıskansa da Tyrion’un Khaleesi ve Westeros’ta planlanan zaferi için büyük bir önem teşkil ettiğini bilmesidir.
Tabi ki bu ikilinin ortak noktası Khaleesi olsa da, tam planladığı gibi olmasa da bir araya gelişlerini organize eden esas isim Varys’tir. Ve esasında Varys, tüm hikayenin en büyük kırılma noktalarının çoğunda aktif rol almış, çok önemli bir karakterdir.
Diğerleri
Bunların dışında seri boyunca karşılaşılan bazı önemli ikililer de var. Bunlardan en dikkat çekeni ve detaylı yazıp yazmama konusunda arada kaldığım şüphesiz Sansa Stark ve Cercei Lannister’dı. Zaruri ortaklıklarını da düşmanlıklarını da bir yana bıraksak, Cercei’nin Sansa’ya belli bir seviye empati beslediği ve onda, kendi gençliği gördüğünü fark ediyoruz. İsteği dışında, iyi bir koca olmayan bir başka soylu ile evlendirilmek! Tabi Sansa’nın da tüm korkusu ve nefretine rağmen Cercei’den pek çok şey öğrendiğini son kitaplarda/sezonlarda görebiliyoruz. Duygularından büyük oranda arınması, ailesi adına çok daha koruyucu olması, gerekeni yapmaktan çekinmemesi ile tam olarak aynı şekilde olmasa da hocasının izinden gittiği aşikardır.
Bir diğeri, esasında beklenmedik olmasa da Jon Snow ile Samwell Tarly’dir. Görünüşte birbirlerine benzemeyen karakterler olsalar da aynı gruba mensup olmaları, vicdan ve ahlaki olarak yakın bir noktada durmaları ile birbirlerini tamamlayan bir ikili olmuşlardır. Seri boyunca devam eden en önemli arkadaşlıklardan birine sahip olmuşlardır.
Yine alışılmadık olmasa da en ilgi çekici ikililerin başında gelen Varys ile Littlefinger’dır. Kings Landing’in önde gelen politika ve manipülasyon ustası olan bu iki ismin nihai amaçları kısmen örtülü olsa da farklıdır. Varys’in nihai amacı (göründüğü kadarı ile) krallığın, doğru bir kral ile birlikte gelecek olan inayetini korumakken Littlefinger’ın amacı çok daha bireyseldir. Doğuştan sahip olmadığı soyluların ayrıcalık ve güçlerine sahip olmak isteyen Littlefinger’ın yolu bir noktadan sonra ayrı düşse de bu hırsları en sonunda hayatına mal olacaktı.