London Spy: Gerçek mi? Cesaret mi?
Alex’in en büyük sırrı olan annesi de bana göre bir diğer başroldür. Yüzünü sadece iki bölüm görmüş olabiliriz, ama tüm konuyu şekillendiren ve yine her şeyi açıklığa kavuşturan isimdir Francis. Alex’in ölümünden sonra, Danny’yi yalanlarla doldurmak için yanına çağırmıştır. Ama bu kadını anlamak için benim Francis hakkında yazacaklarımı okumanızdansa, izlemenizi tavsiye ederim. Durumu o kadar içinden çıkılmaz bir hale getiriyor ki, anlamakta oldukça güçlük çekiyorsunuz. Sadece karakterinin ona getirdiği özelliklerle değil, yaptığı harika oyunculukla da Charlotte Rampling’i fazlasıyla takdir etmek gerekiyor. Bu kadar güçlü bir karakter beklemiyordum açıkçası, hatta arkaplanda olduğunu düşünüyordum; ama hikayenin tam ortasında ipleri ellerinde tutuyor. Yine dizinin en çarpıcı sahnesi de Francis ve Danny arasında geçer. İlk karşılaşmalarının ardından yapmaları gereken konuşmayı yapmanın sırası gelmiştir ve Francis, Danny’nin Alex hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediğini düşünmektedir ve Danny’i buradan yalanlarıyla vurmaya çalışır. Danny ise bir insanı tanımak için karşısındakinin kendisi hakkında anlattıklarından daha fazlasının gerekli olduğunu biliyordur ve onu mahvetmek isteyen Francis’i kendinden emin bir şekilde en ummadığı şekilde vurur: “Çok fazla kitap okumadım. Çok fazla yer de gezmedim. Ama çok fazla insanla birlikte oldum. Şu var ki, o numara yapmıyordu.” Kendi oğlunu pek de fazla tanıyamayan Francis için fazla ağır olur tabii.
Esas ana odak olan Alex’e gelirsek, onun hakkında en ufak bir şey söylersem kendimi durduramaz ve hikayenin tamamını anlatırım diye korkmuyor değilim. O yüzden sadece bazı hatları söyleyeceğim. Alex, annesinin onu baskıyla yetiştirmesi ve bir “Spy” yapmasının ardından son derece yalnız birisi haline gelmiş bir dahidir. Konuştuğu, görüştüğü çok az insan vardır. Malum herkesten, hatta sevdiği adamdan bile herşeyini saklamak zorundadır. Bunun ağırlığıyla uyumakta bile zorlanan garip bir tip karşımıza çıkar. Kendisi de aslında Danny gibi bir kurbandır. Sayılarla arasının fazla iyi olması ve bir icadı yüzünden, dünyanın kurbanı olmuştur. Zaten yaşamasının herhangi bir şekilde imkanı da yoktur. Alex’in buluşu, dizinin en büyük sırrı aslında. Bu durumun yarattığı karmaşanın özetini de Scottie ve Danny’nin gittiği gay klübünde buluştukları adam geçiyor. “Sana bir fıkra anlatayım. Bir İngiliz, bir Çinli, bir Fransız, bir Amerikalı, bir Rus, bir İsrailli ve bir Suudi bir bara girip hemfikir olmuşlar.” Tabii izleyici olarak hiçbir şey anlamıyoruz bu söylenilenlerden. Neyseki Scottie bizi bu konuda aydınlatıyor ve durumun vahametini anlamamıza yardımcı oluyor. İngiliz MI6’yı, Çinli devlet güvenliğini, Amerikalı CIA’yi, İsrailli Mossad’ı, Rus FSB’yi, Suudi GIP’yi temsil ediyor ve Alex’in durumu öyle farklı bir durum ki bütün güvenlik gizli servislerini hemfikir kılıyor. Bu açıklamayı yaparak gerilimi artırdıklarını söyleyebiliriz.
Yeterince konuyla ilgili ayrıntıya girdiğimi düşünüyor ve London Spy’ın yönetmeni Jakop Verbruggen ve senaristi Tom Rob Smith’in ne kadar sıradışı bir iş çıkardığından bahsetmek istiyorum. Ben Whishaw’ın bir röportajda dile getirdiği gibi, dizi bir ajanlık dizisi kıvamında değil, bundan çok daha fazlası. Bu dünyada yeri olmayan ve dünyada durmadan sendeleyen insanları anlatıyor. Bu bir eşcinsel aşkı hikayesi de değil. Her şeyden biraz var, ama özellikle bir nokta üzerinde yoğunlaşmıyor dizi. Pek aksiyonu yok, çok fazla hareketi bile yok, ama bol miktarda düşüncesi ve savunduğu şeyler var. Aslında London Spy bir miktar yeraltı edebiyatına da kaçıyor bana kalırsa. Ağır çekim sahneleri, diyalogsuz anlatımları ve neredeyse yok denecek kadar az müzikleri ile gerçekten yönetmen sanatsal bir iş çıkarıyor. Cinsel içerikli sahnelerin Danny ve Alex arasında geçenleri estetik bir güzellik barındırırken, onların olmadığı sahneler biraz pornoya kaçıyormuş izlenimi veriyor. Gözlerini kapatmak isteyenlere hak veriyorum o yüzden. Ama çok da fazla rahatsız edici bir durum yok ortada. Dizideki tek sorun, dizi bir bölüm daha fazla olması gerekirken beş bölüm yapılıyor ve bazı şeyler eksik bırakılıyor. Evet son bölümde her şey açığa kavuşuyor, ama sanki devamı olması gerek diyorsunuz. Ama eğer altı bölüm olsaydı ve o bölümde kaldıkları yerden devam etselerdi diziye aksiyon gelmesi kaçınılmazdı. London Spy’ın ise amacının aksiyon olmadığını söylemiştim. Bunun daha üstüne çıkmak istiyorlar ve sanıyorum yönetmen ve senarist kendi amaçlarına ulaşmış gibi görünüyor.