Mavi Yakalı Bilimkurgu Dizisi : The Expanse
Yıllardır seksi giyinen kadınların bir şeyler havaya uçurdukları B sınıfı diziler ve klasik bilimkurgu dizi ve filmlerinin tekrar yayınlarıyla idare eden Amerikan bilimkurgu kanalı SyFy, 2015’te resmen kendine geldi. Kanal önce Killjoys, sonra Dark Matter derken son bombasını 2015 sonunda patlattı ve The Expanse yayına girdi.
Bu yazıda, birinci bölümden bir iki tane minik spoiler (onlar da sayılmaz) haricinde spoiler vermeden The Expanse’i inceleyeceğim. Fakat izin verirseniz önce kişisel ufak bir patlama yaşamak istiyorum: “Şerefsizim benim aklıma gelmişti!”. Diziyi izlerken yıllardır masaüstü RYO oynatmak için hazırladığım evrenin neredeyse birebir halini ekranda görünce şokla karışık garip bir mutluluk hissettim.
Dizinin ekrana taşıdığı roman serisinin yazarı James S. A. Corey diye gözükse de aslında bu iki bilimkurgu yazarının ortak kullandığı bir mahlas. Dizinin geçtiği evreni sonradan iptal edilen bir MMO projesi için kurgulayan Ty Franck, arkadaşı Daniel Abraham’dan yazdıklarını beraber romana çevirme teklifi alıyor ve 2011’den beri beraber altı roman yazıyorlar. Toplamda 9 roman olması planlanan seriyi yazarları “Bir mavi yakalı bilimkurgusu” olarak tanımlıyorlar ve ekliyorlar: “Etrafta pırıl pırıl gemiler ve onların havalı kaptanları hakkında yeterince hikaye var, biz sürekli bozulan parçaları tamir ederek hayatta kalan teknikerlerin hikayesini yazmak istedik.”
Kurgu olarak The Expanse, ağır ve karanlık bir gerçekçiliğe sahip. İnsanların güneş sistemini kolonize ettiği fakat daha dışarı pek çıkamadığı yakın bir gelecekte, çeşitli arka planlara sahip karakterlerin gözünden birbirine bağlanan hikayeleri izliyoruz. Siyasi olarak ön planda Birleşmiş Milletler tarafından kontrol edilen Dünya, askeri bir yönetim altındaki Mars ve bu ikisinin güç mücadelesinin yaşandığı irili ufaklı bir sürü istasyon ve koloninin halkları var.
The Expanse size diğer bilimkurgu dizilerinin unutturmuş olabileceği bir şeyi hatırlatıyor: Uzayın ne kadar büyük ve tehlikeli olduğu. Gemiler sürekli uzay boşluğundaki tehlikelerin tehdidi altında, iletişim kısıtlı ve yavaş, yolculuklar uzun sürüyor, en ufak rota değişiklikleri bile koltuğunuza bağlanmanızı ve ilaç almanızı gerektirecek G kuvvetlerine sebep oluyor. G kuvveti dedim de aklıma geldi, yıllardır içime dert olmuş olan “Uzay gemisi içindeki nereden kaynaklandığı açıklanmayan yer çekimi” problemi bu dizide yok. Bütçeyi çok yükseltmemek için sıfır yer çekimli sahneler az tutulsa da gemilerdeki karakterler ancak manyetik botlar veya geminin o sıradaki G kuvveti sayesinde yere basabiliyorlar. Ayrıca dizinin ağırlıklı olarak geçtiği Ceres uydusundaki kolonide de düşük yer çekimi ufak detaylarla kendini gösteriyor.
İnsanlığın uzaya çıkmış olmasına rağmen hala kaynak sıkıntısı çekmesi, açgözlü şirket ve devletler, ezilen işçi sınıfının uzaya taşınan mücadelesi, uzayda yaşamanın getirdiği sağlık sorunları derken üstümüze distopik bir karanlık atıyor dizi. Bunun üstüne Mars ve Dünya’nın savaşın eşiğinde olması ve “Kuşaklılar” denilen kolonicilerin OPA adlı örgüt üzerinden bağımsızlık mücadelesi yürütmesi de ekleniyor.
Dünya, Mars ve “Kuşak”ın sosyolojileri ilk bölümler için çok başarılı yansıtılmış durumda. Özellikle ölümcül bir gezegende Dünya ile baş edebilecek bir koloni kurma işinin zorluğu yüzünden adeta büyük bir makinenin parçaları haline gelen, bireyselliğini büyük oranda kaybetmiş ve “Mars” idealine inanmış Marslıların işleniş biçimini çok beğendim. Diziyi izlerken “Kuşak”ya yaşanmakta olan isyana da kayıtsız kalamıyorsunuz tabi ki.
Dizide hikaye üç ana karakter üzerinden ilerliyor. Birinci karakter Dünya yönetiminde önemli bir pozisyonda olan Chrisjen Avasarala adlı Hintli ablamız. Kendisi kurt bir diplomat ve amaçları iyi olsa da yöntemleri genellikle kötü. İkinci karakterimiz ise Canterbury isimli buz taşıma gemisinde 2. kaptan olan Jim Holden. Holden Dünya donanmasından kovulmuş ve kendine Kuşak’ta bulmuş sorunlu bir tip. Kritik bir anda harekete geçen vicdanı onu, arkadaşlarını ve bütün güneş sistemini çılgın olayların içine sokuyor.
Üçüncü karakter ise Thomas Jane’in canlandırdığı favorim olan Dedektif Miller. Miller Dünya kontrolündeki Ceres kolonisinde dedektiflik yapıyor ve kalan bütün polis teşkilatı gibi bir miktar pisliğin içinde. Zengin bir iş adamından gelen görev onun dedektiflik dürtülerini harekete geçiriyor ve kendini tıpkı Holden gibi büyük oyunun ortasında buluyor.
The Expanse, bilimkurgu dizilerinin yavaş yavaş kalite arttırdığı bir dönemde vites atarak evlere dalıyor ve izleyenlerin damağında iyi bir tad bırakıyor. Şu ana kadar farketmediyseniz mutlaka bakmanızı öneririm.