Shogun – 80’lerin Game of Thrones’u

Ninjalar, korsanlar, samuraylar, şövalyeler, meydan savaşları, deniz muharebeleri, aşk, entrika, ihtiras; kısacası arama motoru optimizasyonu gibi dizi. Shogun’u duymadınız mı hiç?

Yıl 1980. New York’ta sıradan bir Eylül. Ama sokaklar bomboş. Sebep? NBC’nin dizisi bütün reyting rekorlarını kırıyor. O dizinin yeni bölümü yayınlandığında sokaklar bomboş. Çünkü herkes televizyon karşısında merakla seyrediyor neler olduğunu. Gündüz muhabbet, gece dizi… Acaba bu bölümde kim ölecek? Hayır Game of Thrones değil… Televizyon tarihinde bir devrim olan başka bir dizi bu: Shogun

Anjinsan?

Türk televizyonlarının tek kanallı dönemini hatırlayacak kadar yaşlı olanlarınız mutlaka, hayal meyal de olsa Japonya’da geçen ve baş kahramanının ismi anjinli manjinli bir şey olan o diziyi hatırlar. Shogun, Amerika’da olduğu kadar Türkiye’de de büyük ilgi görmüş, televizyon dünyasında devrim olmuştur. Ancak hızlı gitmeyelim isterseniz. Öncelikle bakalım nedir bu Shogun ve neden önemlidir?

Roots! Bloody Roots!

Yetmişli yılların sonunda NBC başta olmak üzere pek çok kanal, televizyon programları konusunda radikal bazı şeyler denemeye başlamıştı. Sayıca fazla insan tarafından seyredilen programların aslında her zaman çok karlı olmadığını yavaş yavaş fark etmeye başlayan şirket, nitelikli çoğunluğun önemini bu yıllarda kavramıştır. Sonuç olarak da standart program formatında değişiklikler yapmak zaruri olmuştur.

Roots (1977)

Bu akımın ilk ürünü Alex Haley’in aynı adlı romanından televizyona uyarlanan ve ülkemizde Kunta Kinte olarak da bilinen ABC yapımı “Roots” isimli mini dizidir. 1977 yılında yayınlanan Roots, kanalın o zamana kadar en çok izlenen programı olunca NBC de romandan uyarlama kısa dizilere yönelmiş ve 80’li yıllarda bu formatta pek çok dizi çekmiştir. Bahsi geçen dizilerden en önemlisi ise kuşkusuz Shogun’dur.

Japonya’da Bir İngiliz

Shogun, James Clavell’in 1975 tarihli, aynı adlı romanından uyarlanmıştır. Yazarın Asya ile ilgili ve aynı evrende geçen Asian Saga serisinin üçüncü kitabı olan Shogun, serinin diğer kitapları gibi aslında devam etmekte olan bir hikayenin yeni bir halkası değildir. Asian Saga kitapları Asya’ya gidip yabancı bir kültürle karşılaşan batılıları anlatır ama her bir kitap kendi içinde başlayan ve biten bir hikayedir.

Gerçek olaylardan esinlenerek yazılan Shogun ise 1600 senesinde kaderin bir cilvesiyle Japonya’ya düşen İngiliz navigatör William Adams’ın hayatından esintiler taşır.

17’nci yüzyılın başında İspanyol kolonileri yağmalamak amacıyla yola çıkan Hollandalı bir korsan filosunda Erasmus isimli geminin pilot navigatörü olan John Blackthorne ve arkadaşlarının başı, başarısız bir deniz savaşı ve arkasından bastıran sevimsiz bir fırtına sonucunda ciddi belaya girmiştir. Avrupa’ya geri dönmektense Macellan geçidinden geçip büyük okyanusa açılarak Asya’ya, Japon Adaları’na ulaşmaya çalışan Erasmus ve mürettebatı, uzun süren, açlık, susuzluk ve fırtınalar sonunda varlığından bile emin olmadıkları Japonya açıklarında karaya oturur.

Mürettebatı Anjiro adında küçük bir balıkçı köyünde esir alınan Erasmus gemisi insanlarının tek bir şansı vardır: Japonlarla anlaşmak. Ne var ki ne navigatör Blackthorne Japonca bilmektedir ne de Japon köylüler İngilizce. Kahramanımızın hayatı, ne dilini ne adetlerini bildiği bu tuhaf insanların ülkesinde, aklı ve iç güdülerinden oluşan bir pamuk ipliğine bağlıdır.

Shogun, bu basit açılışın akabinde hızlıca aşk, ihtiras, entrika ve otuz iki kısım tekmili birden maceraya giriyor. İşin özünde şövalyeler, korsanlar, samuraylar ve ninjalarla ilgili bir hikayeden bahsediyoruz. Doğru ellerde muhteşem olacağı çok belli. Clavell de bariz bir şekilde doğru el.

Korsanlar Samuraylara Karşı

Romanın dayandığı macera ortamı geçtiği zamanla alakalı. Blackthorne politik olarak çok da dengeli olmayan bir Japonya’ya ayak basıyor. Kısa bir süre önce hayata gözlerini kapatan Taiko’nun oğlu Yaemon henüz çocuk yaşta olduğu için ülkenin kontrolü en güçlü daimyolardan oluşan bir konseyde. Bu daimyoların da en büyükleri olan Toronaga ile İşido arasında taht kavgası kıvamında ciddi bir soğuk savaş var. Ortamdaki karışıklıktan fayda çıkarmaya devam eden Cizvitler ise Çin, Japonya arası ticaret rotalarını kontrol ediyor. Bu denklemin ortasına birden bire son teknoloji ile üretilmiş bir savaş gemisi ve geminin İngiliz navigatörü eklendiğinde işler aniden karışıyor. Kılıçlar çekiliyor, kafalar uçuyor, meydan savaşları, deniz muharebeleri, Ninja suikastçiler ve korkunç bir aşk üçgeni, dörtgeni, hatta beşgeni belki altıgeni…

Yayınlandığı sene hemen dikkat çeken roman yetmişli yıllarda Amerika’da pek de tanınmayan Japon kültürüne açılan bir kapı olmuş. O dönemde Amerikan kamuoyunun “İkinci Dünya Savaşı’nda gemilerimizi patlatan kamikaze manyaklar” olarak bildiği Japon halkı Shogun sayesinde bambaşka bir yere oturmuş kafalarda. Kültürel anlamda da bu kadar etkili bir romanın filme çekilmesi elbette kaçınılmaz.

My Name Is Blackthorne, John Blacktorne

Ne var ki Shogun 1700 sayfalık bir kitap. Böyle uzun bir hikayenin bir sinema filmine çevrilmesi oldukça zor. Buna rağmen 1976’da “Laurance of Arabia”dan tanıdığımız senarist Robert Bolt hummalı bir çalışmaya başlıyor. Hemen arkasından da bir Shogun filmi çekileceği haberi Hollywood’da kulaktan kulağa dolaşınca, kitabın ciddi derece fanı olan aktör Richard Chamberlain, yapımcılara yaklaşıyor. Amaç Blackthorne rolünü herkesten önce kapmak. Gel gör ki o dönemde Blackthorne rölü için adı geçen isimler Clint Eastwood, Sean Connery, Roger Moore falan. Hal böyleyken Chamberlain biraz hafif kalıyor.

Chamberlain’in ahı tutsa gerek Bolt, tüm çabalarına rağmen düzgün bir film senaryosu çıkaramayınca NBC, B planı olarak o zamana kadar pek de kayda değer bir iş çıkarmamış Eric Bercovici’nin senaryosundan mini dizi yapma yöntemini seçiyor. Ancak kanalın da projede Bercovici ile birlikte yapımcı olan Clavell’in de Blackthorne rolü için ilk tercihi hala Sean Connery.

Connery ise bir türlü ikna edilemiyor. 1967’de Japonya’da “You Only Live Twice”ı çeken ünlü aktör, prodüksiyonun tamamının Japonya’da olacağını öğrenince kesin ret yanıtını çakıyor. Zira Connery’nin Japonya deneyimleri oldukça negatif.

Sonuçta Chamberlain, Clavell’in itirazlarına rağmen muradına eriyor ve beş bölümlük dizinin çekimi yönetmen koltuğuna oturan Jerry London ile başlıyor.

Made In Japan

Shogun dönemi itibariyle ilklerin dizisi. Ancak belki de en önemli özelliklerinden biri London’un ısrarıyla dizinin tamamının Japonya’da çekilmesi. London Japon kültürünü bu kadar önemseyen bir kitabın dizisini Japonya havası soluyarak çekmek istiyor. Aksi takdirde her şeyin sahte duracağını düşünüyor.

Ancak olayın boyutu mekan kadar basit değil. Shogun mümkün mertebe gerçek mekanlarda tamamen Japon set işçileri ile çekiliyor. Dahası hikayedeki Japon karakterleri de Japon aktörler canlandırıyor. Bu aktörlerin çoğunun İngilizce bilmediği düşünülürse durumun günümüz şartlarında bile anormal olduğunu daha rahat anlarız. Bu sayede de Toronaga rolünde Toşiro Mifune gibi usta bir oyuncuyu seyredebiliyoruz. O da Toronaga-sama olarak adeta şov yapıyor.

Bu Japonya seferinin zorlukları saymakla bitmez. Amerikalı ekip nasıl olsa üzerinde “Made In Japan” yazıyor diye yanlarında taşımadıkları çok önemli bir dekor malzemesini Japonya’da bulamayınca işlerin sandıkları gibi kusursuz yürümeyeceğinden emin oluyorlar. Japonlar o çivileri ihraç etmek için yapıyor. Satmak için değil…

Zaten dekor yaparken çiviye de gerek yok. Japon set işçileri itina ile ülkeye sokulan modern marangoz aletlerini ellerinin tersi ile reddediyor. Eskiden matkap mı vardı? Dede nasıl yapıyorsa öyle yapılıyor film seti. Ustadan çırağa geleneksel yöntem…

Mini mini ipliklerle bağlanarak yapılıyor koca koca evler. London’un yaşadığı en büyük şoklardan biri bir sabah sete geldiğinde kitaptaki Anjiro köyünün gözünün önünde olması. Şokun iki sebebi var: Japonlar Amerikalılar gibi işe erken başlayıp eve erken dönmüyorlar. Tersinde sabah geç kalkıp, geç iş başı yapıyorlar ama sabahlara kadar da çalışabiliyorlar. Böylece paydos sonrası bomboş olan sahilde sabaha köy imal edilebiliyor.

Ama asıl sorun köyün tamamının imal edilmiş olması. Normalde film setlerinde olması gerektiği gibi evler üç duvardan oluşmuyor. Bütün duvarlar var. Kameranın gireceği yer yok. Japon işçilere talimat verilmiş, onlar da talimata uyarak köy yapmışlar, set değil. Yönetmen Jerry London, hiç unutmamış güzelim evlerin yarısının kesilmesini.

Set işçileri ile iletişim aslında en büyük sorunlardan biri olmuş. İşçiler İngilizce bilmiyor elbette. London ve ekibi ise Japonca bilmiyor. Tercüman lazım o zaman. Ne var ki bulunan tercüman erkek değil. Japon kültüründe kadından emir almak gibi bir durum olamayacağı için tuhaf bir durum ortaya çıkmış. Jerry London talimat veriyor, tercüman hanım tercüme ediyor ve işçiler hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlar. Kadının dediğini yapmak utanç verici. Nihayetinde James Clavell’in de araya girmesi ile izah ediliyor durum. “Bunları söyleyen bu kadın değil. Adam söylüyor gibi hayal edin!”

“Haaaa… Tamam o zaman” diyor işçiler.

Yorumlar