Star Trek: Discovery – 12 Yıldan Sonra Televizyona Dönüş
Değişen Düşman Algısı
“Savaş aldatma üstüne kuruludur. Saldırabiliyorken saldırmayacak gibi görünmelisin.” — Sun Tzu
Daha önce bu konuyu Star Trek: Beyond – Analiz, Tahmin ve Anekdotlar adlı yazımda detaylıca ele almıştım. Ne kadar uğraşsam daha iyisini yazamayacağımı düşündüğümden ötürü müsaadenizle o bölümü buraya aynen kopyalıyorum:
“Star Trek barış içerisinde yaşayan bir evren hayal eder, buraya kadar tamam. Ancak ‘Federasyon’ diye tanımlanan birlikteliğin aslında Amerika Birleşik Devletleri’nin temsil ediyor olması, ‘düşman’ kavramının altını doldururken her daim kolay tanımlanabilen alegoriler kullanılmasına sebep olmuştur. Örneğin 1990 öncesi seri ve filmlerde Federasyonun baş düşmanı olan Klingonlar, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni temsil etmektedir. Militarist kafa yapılarını temsil eden büyük, kaba ve yeşil renkli gemilerinin güverteleri komünizm kırmızısıyla ışıklandırılmıştır. Görünüşleri ise Orta Asyalıları andırır ve sürekli savaş arayan tavırları da Amerikalıların Avrupalı kökenlerinden miras kalan Moğol ya da Türk korkusunun bir yansımasıdır.
90’larda Sovyetlerin yıkılmasından sonra da Star Trek’teki düşman tanımlama modeli kavramı aynen devam etmiştir. Yani bütün olay, o dönemler Amerikan halkının tehdit olarak gördüğü (ya da Amerikan halkına tehdit olarak servis edilen) olgu ya da ülkeleri temsil eden güçlerin kontrolüne büyük ve kaba gemiler vererek Enterprise karşısına çıkarmaktan ibarettir. 1996 yapımı Star Trek: First Contact‘ta Borg‘lar o dönem sıçrama yapan bilgisayar teknolojisine karşı olan endişeleri, 2002 yapımı Star Trek: Nemesis ve 2009 yapımı Star Trek’te boy gösteren Romulan‘lar yükselmekte olan Çin ekonomisini, 2013’te gösterime giren Star Trek: Into Darkness’ta ise 11 Eylül sonrası komplo teorilerine boğulmuş Amerikan halkının derin devlet korkusunu temsil etmektedir. Her filmde de kocaman ve kaba bir de gemi vardır elbette…
Günümüze gelecek olursak, Amerikan toplumunun en büyük korkusu terör haline gelmiştir. Zira terör, toplumun karşısına düzenli bir ordu olarak çıkmadığı için konvansiyonel yöntemlerle mücadele etmek mümkün değildir. Filmde de (Star Trek: Beyond’dan bahsediyoruz) geleneksel Star Trek düşman gemilerinin aksine tıpkı gerçek hayattaki terörist hücre evleri gibi, aynı amaca hizmet eden ve bunun için kendilerini feda etmekten çekinmeyen bir sürü, Enterprise’ın karşısına çıkar. Savaş metodu kesinlikle konvansiyonel olmadığı için de Enterprise’ın savunmaları hiçbir işe yaramaz. Sonucu zaten biliyorsunuz.”
Evet, Star Trek hikayelerindeki düşman konumlandırma metodunu analiz ettiğimize göre bu bilgiler ışığında Star Trek: Discovery’nin ilk iki bölümünde yer alan ve tüm serinin ana düşman figürü olduğunu bildiğimiz T’Kuvma’nın küçük ve fanatik Klingon hanesine ve gemi tasarımlarına bakalım:
Amerika Birleşik Devletlerinin şu dönemlerde iki büyük korkusu var: Birincisi malumunuz, İslami terör örgütleri. T’Kuvma ve yandaşlarının fanatiklik seviyesine ve Klingon kültüründe dini bir sembol olan Kahless’in adını dillerinden düşürmemelerine bakılırsa bu tür terör örgütleriyle birçok ortak noktaları olduğunu söyleyebiliriz. Hatta gemilerinin dışında taşıdıkları savaşçı cesetleri de şehitlik kavramını davaları için taşıyıcı bir unsur olarak kullandıklarına işaret ediyor. Ancak şunu da gözden kaçırmamak lazım ki, birkaç yıldır yükselişte olan İslamofobia etkileri son dönemlerde Amerika Birleşik Devletlerinde bir hayli azalmaya başladı. Zira Amerikan halkı yakın zamanda kendi toprakları içindeki başka tehditlere dikkatini vermiş durumda…
11-12 Ağustos 2017’de Charlottesville / Virginia’da yaşanan olaylarda şimdiye kadar nerelerde gizlendikleri belli olmayan Amerikan vatandaşları ellerinde nazi bayraklarıyla göçmenlere saldırdı. Donald Trump’ın başkan seçilmesiyle yükselişe geçen, şimdilik küçük gruplar halinde faaliyet gösteren fanatik Amerikan milliyetçiliği şu anda Birleşik Devletlerin yeni düşmanı diyebiliriz. Elbette Charlottesville’de patlak veren olaylar tarih itibariyle Star Trek: Discovery’nin senaryosunu etkilemiş olamaz. Ancak seçim döneminde Donald Trump ve yandaşlarının “Make America Great Again” söyleminin serinin yazıldığı ve çekimlerinin yapıldığı döneme damgasını vurduğu da bir gerçek.
Star Trek: Fringe
“Yeterince gelişmiş bir teknoloji, büyüden ayırt edilemez.” — Arthur C. Clarke
İlk iki bölümde de geleneksel Star Trek temalarına ters düşen deneysel kavramlar vardı, ancak üçüncü bölümde olaylar USS Discovery’nin güvertesine taşınınca hikayenin janrının değiştiğini düşünmemek elde değil. Özellikle USS Glenn’in güvertesindeki karanlık sahneler, Cronenberg tarzı deforme olmuş cesetler ve çarpık yaratıklar bende neredeyse Event Horizon (1997) izliyormuşum izlenimi yarattı. Evet, uzayda korku teması daha önceden Star Trek’te işlenmedi değil, ancak bu kadar sert ve karanlık olması bir ilk.
Ancak yine 3’üncü bölüm itibariyle hikayede yer almaya başlayan “evrenin kasları ve damarları” konseptini ve biyolojik tabanlı yolculuk sistemi gibi buram buram sözdebilim (pseudoscience) kokan içerik konusunda ne düşüneceğime pek emin değilim. Açıkçası bu tarz içeriğin sorumlusunun Bryan Fuller ve serinin yapımcılarından bir diğeri, Akiva Goldsman olduğunu düşünüyorum. Her ikisi de 2008-2013 yılları arasında 5 sezon olarak yayınlanan Fringe adlı seride de emek vermiş. Eğer Fringe’i izlediyseniz muhtemelen tam olarak neden bahsettiğimi anlamışsınızdır.
Elbette kimi yersiz gibi görünen tüm bu temaların nereye bağlanacağını izleyip göreceğiz. Bakalım USS Discovery’nin sert tasarımı ve kasvetli görünümü ardında kim bilir bizleri daha ne sürprizler bekliyor. Bu arada aklıma gelmişken ekleyeyim; Jason Isaacs, tıpkı Sean Bean’in her filmde ölmek zorunda olması gibi her rolünde alengirli bir adam olmak zorunda mıdır?
“Evrene Mesaj mı Yollamıştınız? Yedim Onu Ben!”
Üçüncü bölüm itibariyle hem Kaptan Philippa Georgiou hem de Kaptan Gabriel Lorca’nın ağzından “evren şöyle istiyor, evren böyle istiyor” şeklinde cümleler çıktı. Açıkçası çoğunlukla oldu olası ateizmden yana tavır koyan Star Trek kaptanlarından bu tür Panteist kelimeler duymak bende tuhaf bir tat bıraktı. Daha önce de yazdığım gibi; özellikle üçüncü bölüm itibariyle karşımıza çıkan “evrenin kasları , damarları” gibi Star Wars’a has panteist konseptlerin Star Trek’e taşınmasından biraz endişeliyim.