13. Cuma Neden Uğursuzdur?

“Zaten Türkiye’de yaşıyoruz, bir de 13. Cuma çıkarma başımıza!” diyebilirsiniz. Ama ülkemizin her gün iyice yorucu hale gelen gündeminden sıkıldıysanız ve 10-15 dakika sizi oyalayacak bir şeyler istiyorsanız, size anlatacak bir hikayem var ve hayır, içinde Jason ya da manyak annesi yer almıyor.

Ucundan köşesinden tarih araştıranlar mutlaka duymuştur; ayın 13’üne denk gelen Cuma gününün uğursuz sayılmasının bilinen en yaygın nedeni, ünlü Tapınak Şövalyeleri’ne dayanır.  Tapınak Şövalyeleri ismine denk gelmemiş olamazsınız; hakkında en çok komplo teorisi çıkarılmış ve kitap yazılmış tarikatlardan biridir. Çoğu oluşum gibi, bunların da kuruluş nedeni iyi bir şeyler yapmaya çalışmaktır. Şöyle ki; 1. Haçlı Seferi’nin sonunda Hristiyanlar Kudüs’ü ele geçirince, bu Avrupa’da hem dindar, hem maceraperest insanlar arasında büyük heyecana yol açmıştı ve gerek ganimet edinmek, gerek hac yolculuğu yapmak için binlercesi kendini yollara attı. Ancak hesap etmedikleri bir şey vardı; evet Kudüs ele geçirilmiş ve güvenliydi, ama ya öncesi?  Kutsal Topraklar’ı kendi gözleriyle görmek isteyen bu insanların bir çoğu, ne yazık ki Kudüs’e giden yolları tutmuş eşkıyalar tarafından soyularak katledildi. (*)

(*) Kudüs’ü alan Fransızlar bu bölgeye Outremer, yani “Denizlerin Ötesi” demişlerdi. Çok kabaca bugün Tarsus’un güneyindeki Suriye toprakları olarak düşünebiliriz. 

Sonunda Fransız şövalye Hugues de Payens, Kral 2. Baldwin’e gidip, bu yolcuları korumak üzere bir tarikat kurmak için izin istedi. Kral bunu hemen onayladı; soyguncuların yağmaladığı kervanların ve gösterdikleri vahşetin haberleri Kudüs’e ulaştıkça, huzursuzluk artıyordu. Tapınak Şövalyeleri’ne garnizon olarak Tapınak Tepesi’ni (Temple Mount) kullanmalarını söyledi. İşte bin yıllık tantana da bundan çıktı. Nasıl mı?

Hugues de Payens’in Kral 2. Baldwin’den izin isteyişi.

Şöyle söyleyeyim; Kudüs üç din için de kutsal bir şehir, değil mi? İşte Tapınak Tepesi bu husumetin tepe noktalarından biriydi desem, abartmış olmam. Burası Museviler için çok kutsal bir yerdi, çünkü Süleyman Tapınağı’nın yıkıntılarının burada olduğuna inanıyorlardı. Aynı zamanda, inanışa göre burası, İbrahim Peygamber’in oğlunu kurban etmek için çıktığı tepeydi. Sonradan gelen Müslümanlar, bu kutsal yeri tabii ki boş bırakmamış ve buradaki Morya Tepesi’nin (Moria ismi tanıdık geldi mi?) üstüne Mescid-i Aksa’yı inşa etmişlerdi. Tarihte en az üç dini grubun “en kutsal” diye tabir ettiği bir yerin hakimiyetine sahip olmuş Tapınak Şövalyeleri’nin  ardından tonla komplo teorisi çıkarılması normal. En meşhuru, tarikat üyelerinin kazılar yaparak Süleyman’ın kayıp hazinelerini çıkardıklarıdır.

Tapınak Şövalyeleri’ne, aynı zamanda Süleyman Tapınağı Şövalyeleri (Order of Solomon’s Temple) denmesinin bir nedeni budur. Tarikat ilk kurulduğunda, dokuz şövalyeden oluşuyordu. Fantastik edebiyatta görebileceğiniz “dokuz kral”, dokuz büyücü” gibi hikayelerin çoğunun esin kaynağı buradan gelir.  İsa’nın Fakir Askerleri diye de bilinirler. Neden mi fakir? Eh, ilk başlarda yaptıkları tamamen gönüllü işiydi de ondan. Tarikat, topladığı bağışlarla geçiniyordu. Hatta ettikleri Fakirlik Yemini, sembollerine tek atın üzerine binen iki şövalye şeklinde yansımıştı. Bu aynı zamanda hayat boyu kardeşliği de temsil ediyordu.

Süleyman Tapınağı (temsili).

Haçlı Seferleri’nde dünya gerçekten acımasız bir yerdi. (*) Bu tür insani değerler ve kardeşlik, üstelik katılacak üyelerin mal varlıklarından tamamen vazgeçmeleri, biraz dürüstlük özlemi çeken insanlarda çok iyi bir etki bıraktı ve popülariteleri hızla arttı. Daha da iyisi, Clairvaux’lu Bernard adında, onları destekleyecek nüfuzlu bir başrahip buldular. Bir başrahibin desteği önemli şeydi; Tapınak Şövalyeleri, 1139’da yani kuruluşlarından sadece 20 yıl sonra kilise tarafından resmi olarak tanınıp kabul edildi. O dönemde yolculukların ne kadar sürdüğünü bir gözünüzde canlandırın, bir tarikatın varlığını oturtup şöhret kazanması için çok kısa bir süre olduğunu anlarsınız.

(*) “Dünya ne zaman iyi bir yer oldu ki?” diyebilirsiniz, ama size şunu söyleyeyim; eğer o dönemde internet olsaydı ve herkesin her yaptığını görebilme imkanı bulsaydık, büyük ihtimalle kendimize Derinkuyu gibi bir mağara kompleksi kazar ve bir daha dışarı çıkmazdık. 

Benzer Yazılar

Yorumlar