Büyü ve Bilim Üzerine Beşinci Bir Deneme
Ölüm korkusu, insan hayatındaki en büyük korkudur. Doğal olarak, diriliş insanlığın en büyük zihinsel meşguliyetidir. Bundandır ki; kurguda büyü ile bilim arasındaki fark, ölüş ve dirilişin ele alınmasında çok net açığa çıkar. Bu yazı dizimizin beşinci denemesindeyiz
Bilim açısına göre; canlılık dediğimiz olay, bir molekül yığınının artan entropiye karşı yapısal bütünlüğünü koruma çabasıdır. Entropi devamlı artar, ama canlı molekül yığınları az entropili enerji toplayıp, çok entropili enerji atarak kendi içlerindeki entropiyi belli eşiklerin altında tutarlar. İşbu entropi eşiği bir kez aşıldığı zaman dış müdahale ile geri döndürülemez. Çünkü molekül yığınları çok karmaşıktır, ve ölümden yaşam çıkarmak için, şu anda elimizde olmayan bir manipülasyon kapasitesi gerekir.
İnsanlar yukarıdaki tanıma uygun molekül yığınlarıdırlar. Canlılıklarını devam ettirmek için kendi ürettikleri entropiden daha az entropiye sahip enerji kaynaklarına erişmek zorundadırlar. Lakin şu an bildiğimiz kadarıyla evrenin içindeki enerji miktarı sabittir. Evrenin entropisi sürekli artıyorsa ve entropiye maruz kalabilecek enerji sabitse, bir gün bütün evrende entropi miktarı en yüksek değere ulaşacak demektir. En uç koşulda, bir insan doğal olarak olarak ölümsüz bile olsa, ne yaparsa yapsın, bir noktada düşük entropili enerji bulamayacağı için sonsuza kadar yaşayamayacaktır. İnsan için ölüm kaçınılmazdır.
İnsan tabii ki kaçınılmaz ölüm karşısında da rahat durmaz, eğer evrenin sonuna kadar yaşama ihtimali varsa; bunu kullanmak için yollar arar. Bilimin sunduğu seçenekler arasında dirilmeye en yakın olan insan, zihindeki bilgilerin kullanılabilir şekilde depolanması ve daha sonra başka bir elektromekanik substrata (organik de inorganik de olur.) yüklenmesidir. Bir beyinden kopyalanan verinin, başka bir beyne yazılması ilk akla gelen fikirdir.Lakin; insan zihninin karmaşıklığı ve zihni taşıyan organik kimya sisteminin kırılganlığı, bizim için büyük bir engeldir.
Evrime baktığımızda insan beyni kaslarla bilgi yaymak ve duyu hücrelerinde bilgi toplamak için evrimleşmiştir. Sadece insan karakterinin içerdiği bilgi miktarını, evrim sonucu mümkün olan bilgi akış hızına bölsek bile, elde ettiğimiz zaman imkansız uzunlukta olacaktır. Bunun üstüne bilginin beyne ulaştığı gibi kayıt altına alınmadığını, bir kaç kez tekrar edildiğinde yer edindiğini ve beynin biyolojik yapısı gereği farklılıklar içereceğini de hesaba katarsak, evrim sonucu ortaya çıkan metodlarla insanın özünü beyinden beyine aktarmak zaten imkansızdır. Bundan ötürü de klonlar (ve tek yumurta ikizleri) ayrı bireylerdir.
İnsan zihinini elektromanyetik dalgalanmaları takip ederek okumak, o elektromanyetik dalgalanmalara sebep olan parçacıkları tek tek yönlendirmekten çok daha kolaydır. Bu elektromanyetik dalgalar beynin beklenen işleyişi sonucu ordadırlar ve bu dalgaların kafatasından çıktıktan sonra kayıt altına alınıp, analiz edilerek incelenmeleri beyne etki etmez. Beyne veri yazmak, gerçek zamanlı olarak milyonlarca etmenin hesaplanmasını gerektirir ve hata durumunda beyne zarar verme riskini taşır. Ki insanın beyni sadece hareketli moleküllerin etkileşimi değil, aynı zamanda o moleküllere yol gösteren daha büyük moleküllerin oluşturduğu yapılardır. Eğer bir beyin kopyalanacaksa; statik yapısının da kopyalanması, hatta sıfırdan üç boyutlu baskıyla üretilmesi elzemdir. Diğer seçenek daha mantıklı olan inorganik substrata beyin kopyalamaktır, ama onun da ayrı dertleri vardır.
Büyü, varoluşun her daim anlaşılamaz bir öğesi olduğunu varsayar. Ölü insanla canlı insan arasındaki farka, hayatın o anlaşılmaz öğesine de; ruh der. Ruh gözlemlenemez ve teste tabi tutulamaz olduğu için her türlü bilgi manipülasyonuna açıktır. İnsanlar ölümü sevmeyecek şekilde evrim geçirdikleri için, kaçınılmaz olarak ölüme karşı korku ve nefret geliştiriler. Lakin bireyselde çok iyi işleyen, uzun hayata ve bol çocuğa sebep olan ölüm korkusu, toplumsal yaşayışta o kadar da verimli işlememektedir.
İnsanın özünün (ruh) zarar görmeden, fiziksel bedenden bütün olarak ayrılabilmesi ve yine zarar görmeden başka bir ortamda (fiziksel değil, çünkü fiziksel bedeni geride bıraktı) yaşamaya devam etmesi, önemli bir fikirdir. Ölüm korkusunun toplumsal davranışa zarar verecek kadar güçlendiği ortamlarda dinlerin oluşması bu olguya bağlanabilir. Gerekli ve hatta optimal bir fikir olduğu bile idda edilebilir. Bir avuç insanın bir arada yaşadığı avcı-toplayıcı kabilelerde bile, ölüye özel muamele gösterildiğini, nesnelerle falan gömüldüğünü görüyoruz.