Cyberpunk: İnsan Anılarıyla Var Olur!

Ghost in the Shell (1995) animesinin Hollywood uyarlaması, Blade Runner 2049 filminin ve Cyberpunk 2077 oyununun ufukta gözükmesi cyberpunk türünün popüler kültürde yeniden canlandığının kanıtı gibi adeta. Makalemde sizlere genel olarak Cyberpunk nedir kısaca özetleyip, sık işlenen temaları üzerinden tam gaz bu kültüre giriş yapalım istiyorum.

Cyberpunk Nereden Geliyor?

Her şey 1980’lerin gittikçe politik kaygılar barındıran, sonun yaklaştığını hissettiren fakat aynı zamanda bolluk ve refahın tavan yaptığı yıllarına geri götürmek istiyorum. Amerika Birleşik Devletleri’nde, 1960’ın sosyal reform dönemi ardından Vietnam Savaşı ile beraber ortalığı yeni bir muhafazakar siyasi akım süpürüyordu. Cyberpunk da muhafazakarların ağır ideolojisi karşısında kendi liberal düşüncelerinin ezildiğini hisseden toplum dışı bireylerin, yaklaşan teknoloji çağının ayak seslerini duyup, bu teknoloji ile yozlaşmış şirket ve kurumlara karşı verdiği mücadeleyi anlatır. Cyberpunk; Distopik bir gelecek resmi çizerken, özellikle kişiliğini kaybeden insanları eleştirip, seçimlerin ve birey olmanın değerini sorgulamaktadır.

Cyberpunk nedir, güzel bir özeti benim geçmeme gerek yok: hazır yapılmışı var. Konu hakkında daha detaylı bilgiyi şuradan edinebilirsiniz.

Geek Terminoloji - Cyberpunk Nedir?

Cyberpunk’ın olmazsa olmaz özelliklerinden biri, karanlık geleceğe uyum sağlamış, hatta onu benimsemiş karakterlerin sistemin kendisine değil, onun içindeki yanlışlara, yanlışlarla karşılık vermesidir.

Cyberpunk

Öncül eserler arasında Philip K. Dick’in Android’ler Elektronik Koyun mu Düşler? kitabını önerebilirim. Sonrasında roman, Ridley Scott tarafından filme uyarlanmış ve kült klasik Blade Runner (1982) ortaya çıkmıştır fakat türün asıl babası olarak sayabileceğimiz yazar William Gibson’dan başkası değildir. Burning Chrome ve Neuromancer romanlarıyla, özellikle “Siber-Uzay” terimini türen kazandıran kişi Gibson’dır.

Blade Runner (1982)

Blade Runner filminde Harrison Ford’un canlandırdığı Deckard karakteri, Dünya’da bulunması yasak “Replicant” adlı androidleri avlamaktadır. Replicant modellerinin en yenileri insana yakın duygular hissetmeye başladığında ise ortalık karışacak, Deckard’ın deneysel bir çalışma olan Rachel ile tanışmasıyla yaşadığı ikilem daha da derinleşecektir: Replicant’lar insanlar gibi hissediyor ve düşünebiliyorsa, onları insandan ayıran şey nedir? Onların avlanması doğru mudur?

Filmde hafıza özellikle kişiliğin ve duyguların temeli olarak yerleştirilmiş. Anılarla “donatılmış” bir replicant normalde kolayca tespit edilmelerini sağlayan psikolojik testlerin sınırlarını zorlamakta. Deckard’ın aradığı gelişmiş modellerde zaten oldukça kısa olan ömürlerini kurtarmaya çalıştıklarından doğrudan onlarla bir bağ kuruyoruz, bu sentetik varlıklar insan elinden çıkmış olsa da her birinin insani duyguları ve bir varlıkları var.

Johnny Mnemonic (1995)

William Gibson’ın kendi kısa hikayesinden yola çıkarak senaryosunu yazdığı, Keanu Reeves’in oynadığı Johnny Mnemonic (1995) filmiyse yine asıl sorusunu hafıza üzerinden soruyor: “Bizi biz yapan anılarımızdır, onlar olmadan eksiğiz” mesajını vermekte.

Beyinlerinin bir kısmını “harici hard disk” olarak kullanan “bilgi kuryelerinden” olan Johnny, İşinde başarılı olmak için hafızasının bir kısmını feda eder. Artık bu durumdan sıkılıp, geçmişini geri almak isteyen Mnemonic içinse çok zorlu bir yolculuk onu beklemektedir. Tabii yetiştirmesi gereken bilgilerin de onu öldürmek için zamanla yarışması da cabası.

Filmde gördüğümüz üzere, hafıza sayesinde kişilik kazanan robotların yerini bu sefer hafızasını kaybettiği için kendisini eksik hisseden bir insanla değiştirdik. Anıları için kendi hayatını riske atacak Johnny amacı uğruna her şeyini feda etmeye hazırdır. Kopukluk ve yabancılık hissi, Cyberpunk serilerinin vazgeçilmez temalarındandır. Film bunu aktarmakta çok başarılı olmasa da bu temaların işlenmesi toplumdan uzaklaşmış bireylerin yaşadığı sıkıntıları gözler önüne seriyor.

Ghost in the Shell (1995 ve 2017)

Mangadan uyarlanmış olan Ghost in the Shell, bir seri olarak her seferinde hikayesini değiştirmesi ve farklı şekillerde ilerlemesiyle bilinen bir seri. Bu durumda serinin Hollywood uyarlaması olan, Scarlet Johannson’un oynadığı 2017 yapımlı halinin de animeden farklı olması şaşırtıcı değil. Asıl konu olarak bayağı bir uzak olsalar da, kişiliğin ve varoluşun kaynağını sorgulamaktalar. Anime daha çok “düşünebilmek” üzerinden cevap ararken, filmse yine “hafıza” üzerinden sorularını yanıtlamaya çalışmakta.

Yüzbaşı Kusanagi’nin hikayesini anlatan bu hikayeler, hem döneminin, hem de ait olduğu sanat kültürünün ruhunu yansıtmaktadır. İncelediğimiz önceki eserlerde de gördüğümüz üzere, Batı temelli olan yapıtlar genellikle varlığın ve düşüncelerin-duyguların kaynağı olarak hafızayı göstermekteler. Ghost in the Shell‘in animesiyse düşünceyi baz alırken anıları değil, amacı, yani kişiliği ve iradeyi hesaba katmaktadır.

Burada mümkün olduğunca BÜYÜK SPOILER vermeden olayların bağlantılarını tartışacağım fakat bazı konseptleri duymak istemeyebilirsiniz: o yüzden buradan hemen spoilersız halini özet geçeceğim, diğer paragrafa dikkat edin. Filmin fragmanında da Kusanagi’nin belirttiği üzere Hollywood versiyonunda kendisini kopuk hissetmesinin nedeni cyborg olduğu zamanın öncesini hatırlamamasıdır. Bu da bize, Ghost in the Shell filminin, Blade Runner’a dayanan bir geleneği takip ettiğini göstermektedir.

Animede, Puppet Master adlı karakter Kusanagi’ye yaklaştığı zaman amacını doğrudan, sapmadan kendisine iletir. Kusanagi robot bir bedende insan benliğine sahip olduğundan dolayı Puppet Master’ı anlayabilecek tek karakterdir. Tüm vücudunun robot olması, Kusanagi’yi yaşayan bir canlı olmaktan çıkarıp, insanlığını kaybetmesine yol açmaktadır. İki karakter de içgüdü ve doğalarının onlara sağladıklarından farklı noktalarda durmalarına sebep olmaktadır ve bakış açıları onları diğerlerinden farklı bir noktaya itmektedir.

Filmde ise Kuze ile değiştirilen Puppet Master, doğa ve içgüdü cephesinden felsefi bir cephe açmak yerine seyirciye “çalınan geçmiş” ve bundan dolayı kaybolan“insanlık bağının” eksikliğinden dert yanmaktadır.  Tıpkı Johnny Mnemonic gibi Kusanagi’de geçmişinin peşine düşer fakat ilk başta Yüzbaşı neyin eksik olduğunu bilmemektedir. Toplumdan yabancılaşmıştır, insanlardan uzaklaşmıştır bunun farkındadır fakat geçmişinin asıl anahtar olduğu sonradan ortaya çıkmaktadır. (Bunlar hep fragmanda var ya…)

Her gün açıklanan cyberpunk eserler sizi dört bir yandan sararken, özellikle işlenen bir temadan bahsetmesek olmazdı diye düşünüyorum. Cyberpunk distopyalar, günümüzde yaşadığımız bazı sorunları doğru tahmin etmişler. Bilgi ve uyarıcı yoğunluğundan insanların neye inanıp, inanmayacağı bile belirsiz bir hal aldı. Böyle durumlarda catharsis etkisi adına, bilimkurgu’nun ışık tuttuğu bu imgelere bakmak insanı derin düşüncelere itiyor.

Umarım, önerdiğim filmlere/kitaplara bakarken sizler de düşüncelere dalar, hayranlıkla bu eleştirel kurgularda kaybolursunuz. Daha fazla cyberpunk için: The Matrix, Robocop, Total Recall, The New Rose Hotel, Akira önerilerim arasında…

Yorumlar