İnsanlık Tarihinin Büyük Ayıbı: Cadı Avı ve Salem Cadı Mahkemeleri

Cadı merakımla ilgili her şey daha çok küçükken başladı, üstelik de pek beklenmedik bir kaynakla; Tom ve Jerry’nin “ Which Witch” bölümüyle. Korku filmlerinden esefle korunan küçük bir kız çocuğu olarak o zamana dek izlediğim en korkunç ve fantastik şey idi, gece rahat uyuyamayıp korktuğumu hâlâ anımsıyorum. Yaşadığım o korkunç gece ve koşularak katedilen koridorlardan yıllar sonra konuyu incelemek istedim.

which wich,680x640

Cadılık, pek çoğumuzun sandığının aksine orta çağın karanlık sayfalarından fırlamış bir inanış değil.  Klasik dönemde de sıklıkla karşılaşılabilecek bir olgu olan cadılık, o dönemde günümüz ve orta çağ inanışının aksine “maleficium” denilen ve insanlara zarar veren bir çeşit ilahi güç inanışına paralel olarak yaratılan bir mitos olarak vardı. Klasik Yunan döneminde yarı kadın, yarı kuş şeklinde tasvir edilen alaca baykuş benzeri yaratıklar, bebek etiyle beslenir ve uçabilirlerdi. Aynı zamanda düşmanlarını domuza dönüştürebilen büyücülerden de söz edilirdi. Tüm bu cadılık inanışına rağmen eski zamandan kalma güçlü tanrıça inanışlarının da etkisiyle, büyücü olduğuna inanılan kadınlara saygı duyulurdu ve orta çağdakinin aksine, çok güzel olarak tasvir edilirlerdi. Ordu için ayinler düzenleyebilen ve koruma büyüleri yaptığına inanılan bu kadınlar, uzun yıllar boyunca kralların danıştığı kimseler olmuştur. Tüm bu inanışlar orta çağa doğru değişim göstermeye başladı. İncil’le birlikte bazı rahipler de dinsel bir takım ayinler düzenlemeye başlamışlardı; kimisi hastalara şifa veriyor, kimisiyse hasat zamanın verimli geçmesi için ekmek, süt, kutsal su gibi eşyalarla ayinlerini tamamlıyordu. Bununla birlikte kullandıkları sözlerin tamamı İncil’den alıntılardı. Asıl ilginç olan meselelerden biri, yüzyıllar boyunca birlikte barış içinde yaşayan bu insanları birbirine düşman eden, insanları cadılık suçlamalarına iten ve hatta insanların gönüllü olarak infazlara katılmasına sebep olan şeyin ne olduğudur.

14’üncü yüzyılın en korkunç olaylarından biri olarak görülebilecek büyük veba salgını sadece Avrupa’yı değil, neredeyse tüm dünyayı korkunç şekilde etkiledi. Avrupa’da her üç kişiden birinin öldüğü bu yüzyılda her şeyin açıklamasını olağanüstü olaylara dayanarak yapan insanlar, vebanın sebebi olarak da şeytanın yeryüzüne geri dönmesini gösterdiler. Güçlü tanrıça-cadılar, yerlerini şeytanla anlaşma yapmış olan cadılara bıraktı. Cadıların geceleri uçtuğuna ve özel bir takım günlerde cadı toplantılarına gittiğine inanılmaya başlandı. Halka göre cadılar bu toplantılarda ahlâk dışı pek çok şey yapıyor, ziyafetlerinde bebek yiyor ve şeytanın bu toplantıya teşrif etmesiyle eğlence doruk noktasına varıyordu. Bunların yanında cadıların dolu yağdırabildiğine, doğal afetleri çağırabildiğine, insanları ve hayvanları kısır edebildiğine, insan eti yediğine, kan içtiğine, durugörü yetenekleri olduğuna ve hatta geleceği tahmin edebildiklerine inanılıyordu. Yaygın inanışa göre hastalık ya da uğursuzluk tılsımları hazırlayabiliyorlardı. Tüm bunların yanında, bunları yapan biri olduğuna dair delil olmasa bile hastalanan bir inek, vaktinden önce çürüyen bir mahsul de akla köyde/kasabada bir cadı bulunduğunu getiriyordu ve taleplerle birlikte kasabaya bir cadı mahkemesi kurulabiliyordu.

Resmin tamamını görmek için tıklayın

Resmin tamamını görmek için tıklayın

Reformla birlikte gelen Protestanlık ve Otuz Yıl Savaşları’ndan önce, cehaletini dinsel yollarla örten ve kendini dinle rahatlatan halk, bu dönemden sonra dinsel açıdan bir boşluğa düştü ve çeşitli kocakarı inanışları halk arasında yayılmaya başladı. Halkın fikrindeki değişimler ve güvenilen eski inanışların çökmesiyle ilgili şu örneği de sizlerle paylaşmak isterim: Olay, o dönemde dinî bağlılığıyla bilinen İngiltere’de yaşanmış. VIII. Henry eşinden boşanma izni istediği papadan umduğunu alamayınca papalıkla arası açılır, Roma’dan ayrılma ve sırtını Katolik kilisesine dönme kararı alır. Bu karardan sonra İngiltere’deki bütün manastırları kapayıp servetlerine el koymaya ve keşişlerle ilgili zina, yolsuzluk, hırsızlık, eşcinsellik gibi davaları açığa çıkarmaya başlar. Aynı dönemde, Buckley rahiplerinin yaptığı şu an ise bize gülünç gelebilecek bir yolsuzluk da ortaya çıkarıldı. Söylentilere göre Buckley kilisesindeki birebir boyutlarda yapılmış tahtadan bir İsa heykeli hareket etmekte, gülümsemekte ve somurtmaktadır. Bu İsa’nın ünüyle Avrupa’nın pek çok yerinden insanlar bu kiliseye gelmekte ve tabii çoğu zaman da bağışlar yapmaktadır. Ancak VIII. Henry’nin düzenlediği araştırmalar sonunda görülür ki, İsa heykeli perdenin arkasındaki başka bir rahip tarafından teller, çubuklar ve çeşitli makaralarla hareket ettirilmektedir. Tabii Roma kilisesinin halini göstermesi açısından bu olay Henry’nin epey işine gelmiş olmalı. Olayın aydınlanmasından sonra ise bu İsa heykeli İngiltere’nin köylerinde, kasabalarında ve Londra’nın pek çok yerinde halka gösterildi ve en sonunda da yakıldı. Ben mi çok sinsi bir düşünce yapısına sahibim bilmem, ama direkt olarak “Kesin Henry önce yaptırdı sonra açığa çıkarttı” fikri geldi. Halkın inanışı bu tip olaylarla birlikte değişirken bu dönemden sonra da rahipler hasat verimliliği ve şifacılık için yaptıkları ayinlerden vazgeçmeye başladılar. Çeşitli pagan uygulamalarına da son verildi. Protestanlığın yayılması ve matbaanın gelişmesi de halkın inanışlarının değişmesinde oldukça etkili oldu. 1454 yılında icat edilen matbaa, bir yandan gerçekleri basıp bazı görüşlerin ehemmiyetsizliğini kanıtlarken, bir yanda da cadılıkla ilgili infazların çoğundan sorumlu tutulabilecek bir belgeyi basmaya başladı; Maleus Maleficarum’u (Cadılık Çekici).

1497 yılında basılmaya başlanan eser, 1486 yılında Heinrich Kramer ya da Latince adıyla İnstitoris tarafından yazılmaya başlanmıştır. Cadıların Çekici temelde üç ana bölümden oluşan, iki yüz elli altı sayfalık bir eser. Eserin ilk bölümü cadılığın varlığını kanıtlayan felsefî tartışmaya; ikinci bölümü din adamları için bir rehbere, üçüncü ve son bölümüyse cadıların suçlanması, yargılanması ve infazıyla ilgili bilgilere ayrılmıştır. Kitapta Heinrich Kramer’in bir engizisyoncu olarak tanık olduğu yargılamalara da değinilmekte ve bu yargılamalardan çeşitli örnekler verilmektedir. Kitabın o dönemde otuz bin kopyasının basıldığı düşünülmektedir. Kütüphanelere, rahiplere, üniversitelere gönderilmiş veyahut satılmıştır. Kitap, cadılığın varlığına inanmamayı sapkınlık olarak değerlendirmekte, aynı zamanda şeytanın gücünün Avrupa’da arttığını; bunun cadılar yüzünden olduğunu söylemektedir. Kitap aynı zamanda Tanrı’nın cadılara çok kızdığını ve cadıları yok etmek için kıyameti koparabileceğini de söylemektedir. Bu sebeple kitaba göre cadıların varlığına bir an evvel son verilmelidir. Kitabın bu denli başarılı olmasını sağlayan ise sadece Heinrich Kramer ya da onun cadılık ile ilgili görüşleri değildi. Kendisi 1485 yılındaki İnsburg piskoposu tarafından bir cadı mahkemesi yönetirken kaçık/sapık olarak nitelendirmiş ve oradaki görevinden alınmıştı. Bu görevindeki başarısızlığından bir yıl sonra yazmaya başladığı Cadıların Çekici’ni başarılı kılan; aldığı onaylardı. Her ne kadar ikisi de kimi tarihçiler tarafından şaibeli görülse de  “Summis Desiderantes” yani dönemin papasının imzaladığı cadılık fetvası ve dinî açıdan dönemin en etkili kurumlarından olan Köln Üniversitesinden alınan onaylar neredeyse her baskıya eklenmiştir. Cadılıkla ilgili ilk infazlar ve yargılamalar eserin yazımından bir asır önce başlamış olsa da, eserin basımından sonra dönemin kültürel ve politik altyapısının da etkisiyle bu dönemden sonra cadı mahkemeleri artmıştır. Burada önemli olan noktalardan biri de yargılanıp infaz edilenlerin neredeyse hepsinin kadın olmasıdır. Antik dönemden gelen “maleficium” inanışı ve Havva’nın cennetten kovuluşu kadınların şeytanın isteğine daha kolay boyun eğdiği inanışını doğururken hâlâ ebelik ve şifacılık gibi konularla uğraşan kadınların varlığı cadılık atfının kadınlara yapılmasına sebep olmuştur. Halk arasında şifacılar, şifalı otlar kullanarak insanların iyileştirebiliyorsa zarar da verebilir,düşüncesiyle şüpheyle bakılan kimseler olmaya başlamıştır. Bazı yaşlı şifacıların ve ebelerin on beş yirmi yıl boyunca yardım ettiği kasaba sakinlerince suçlanması ve infaz edilmesi durumu sık sık yaşanmıştır. Bunun yanında bir rehber olarak kullanılan Cadılıların Çekici’nde erkek cadıların sözü bile edilmemektedir. Pek çok rahip ve din adamı cadılıkla yargıladıkları insanları cezalandırırken Cadıların Çekici’nin yanında İncil’i özellikle de Exodus’taki belli bir ayeti temel aldılar;

tumblr_mvjln3Bigg1rmrzrxo5_1280

“Thou shalt not suffer a witch to live,” (Bir cadının yaşamasına müsamaha göstermeyeceksin.)

Cadı avının yapıldığı üç yüzyıl içerisinde 40 bin ila 80 bin arasında infaz gerçekleştirildiği düşünülmektedir. Burada önemli noktalardan biri de cadı mahkemelerinin nasıl kurulduğudur. Şiddetli bir dolu ya da yağmur, cadılık şüphesi ve suçlamalar doğurabildiği gibi kasabaların/köylerin girişlerine asılan bildirgelerle suçlamalar neredeyse teşvik edilmiştir. Bir kişi cadılıkla suçlandığında ise sistem şöyle ilerlemekteydi:

  • Suçlamayı yapan kişinin değerlendirilmesi,
  • Ön kanıt toplama,
  • Cadının tutuklanması
  • Bir avukatın işe alınması
  • Sorgu
  • İşkence
  • İtiraf
  • Hüküm
  • Temyiz
  • Temyiz reddedildiyse asılarak ya da genellikle yakılarak infaz edilme

Genellikle dul, yaşlı ve çirkin kadınlar cadı olarak görülürken az önce bahsettiğim üzere şifacılar ve ebeler de en çok yargılananlar arasındaydı, yargılanan kişinin cadılığını kanıtlamak için uygulanan pek çok yöntem vardı. Ancak en popüler olan yöntemlerden biri “devil’s mark ” idi. Buna göre yargılanan cadılar çırılçıplak soyulur ve tüm vücudu dikkatle incelenirdi, şeytanın işaretini andıran bir ben ya da doğum lekesi bulunursa buna iğne ya da kanca batırılır cadının canının acıyıp acımadığına ve yaranın kanayıp kanamadığı incelenirdi. Eğer suçlanan kişi acı çekiyor ve yara kanıyorsa cadı suçsuzdu ancak kanamıyorsa ve acı yoksa bu doğal olmayan bir şey olarak görülür ve kişinin cadılığı ispatlanmış olurdu. Kullanılan bir diğer popüler yöntemse cadıyı yüzdürmek olarak bilinirdi. Her koşulda ölüme sebep olan bu tekniğe göre suçlanan kişi bir ağırlığa bağlanarak suya atılırdı. Eğer suyun üzerinde kalırsa bu anormal bir durum olarak görülür ve cadı olduğuna inanılan kişi kuvvetle muhtemel yakılarak öldürülürdü, eğer suçlanan kişi suyun altında kalıyorsa bu açıkça doğaldı, kişi masumdu ancak bu defa da boğularak ölürdü.

1024px-Bamberger_Malefizhaus_1627_Staatsbiblithek_Bamberg 860x640

Eğer cadı suçunu itiraf etmezse itiraf için işkence safhasına geçilirdi. İşkence safhası ise temel olarak üç aşamadan oluşur ve üçüncü aşama ölümcüldür. İnsanlar tahmin edilebileceği üzere, ilk başta cadı olduklarını kabul etmiyorlardı, dolasıyla işkence ne yazık ki sık başvurulan bir yöntemdi. 1478 yılında kurulan İspanyol Engizisyonu ise işkence açısından en karanlık olan gibi görülse de işkence ile ilgili bilgilerde çeşitli tutarsızlıklar olduğu göze çarpmaktadır. Bu aşamada papalığın kan dökmeyi yasaklamasının yapılan işkenceleri gizleme yoluna götürmüş olabileceği kanısındayım. Mevcut işkence aletleriyle kan dökmemek de pek mümkün görünmüyor doğrusu. Burada işkence mevzusu benimle taban tabana ters bir durum olduğundan detaylı bir alet edevat listesi, icat edenler, uygulayanlar gibi bilgileri ne yazık ki veremeyeceğim. Bunun yerine durumun ne kadar vahim olduğunu göstermek açısından iki işkence aletini kısaca tanıtacağım;

Yorumlar