Spoiler! Aslında Bruce Willis Ölüymüş!

Aşağı yukarı 20 yıllık bir filmden spoiler verdiğim için linç yemem herhalde?

Garip bir sosyal durum oluştu son yıllarda. Yeni çıkan film ya da diziden “spoiler” vermek. Bunun için uğraşan insanlar ve onlardan nefretle bahseden diğer insanlar. Bu işle uğraşan (kısaca troll diyebiliriz bu insanlara) kişilerin oldukça yaratıcı olduğunu söyleyebiliriz. Yemeksepeti’ndeki dükkanlara yorum yazarak spoiler vermek, Google Maps’de trafik sıkışan noktalara spoiler yazmak gibi örnekler de gördük. Spoiler almamak için hassasiyet gösteren sosyal hesaplarına girmeyen insanlar için tasarlanmış zekice bir buluş.

Bu insanların troll olduğunu ve kızdırmaya çalıştıkça yaptıkları işi daha da uç noktalara götüreceklerini unutmamak lazım.

Yurtdışından Bir Örnek

Peki bu öfke ve kızgınlık normal mi? Hikayenin sonunu bilmemiz bizim tüm zevkimizi kaçırır mı? Burada biraz bunu işlemek istiyorum.

Başlıkta spoiler olarak verdiğim Altıncı His (The Sixth Sense) her halde bu durumun en eskilerinden. Ben de filmi seyretmeden önce bir arkadaşım tarafından bilgilendirilmiştim. Kendisi de aynı şekilde spoiler aldığını ve o yüzden filmden hiç bir zevk almadığını söylemişti. Aslında bu bilgi yüzünden filmi adeta ikinci kez izliyormuş gibi daha dikkatle izledim. İşin doğrusu M. Night Shyamalan film süresince bu bilgiyi bize veriyor, bir kandırmaca durumu yok aslında. Dolayısıyla tek hayıflandığım nokta “Bu bilgiye sahip olmasaydım bu durumu fark edebilir miydim?” fikriydi.

Bir açıdan bakarsanız zaten aynı hikayeleri, hatta aynı karakterleri döne döne okuduğumuzu, izlediğimizi biliyoruz (Joseph Campbell’in Kahramanın Yolculuğu). Yani aslında iyi kahramanımızın kendinden katbekat kuvvetli kötü gücü yeneceğini biliyoruz, sevgililer ayrılsa da barışacaklarını biliyoruz, kötü adamın en acılı şekilde öleceğini biliyoruz. Yani aslında hikayenin nereye bağlanacağını, nasıl sonuçlanacağını belirli sayıda örnek seyrettiyseniz çıkartmanız mümkün. Dolayısıyla hikayenin sonu değil içerdiği yolculuğa, sizi alıp nereye götürdüğüne, sizde ne gibi duygular uyandırdığına odaklanmak daha doğru olmaz mı?

“İkisi de Ölüyor!”

16’ncı yüzyılda Romeo ve Juliette oynanacak bir tiyatronun kapısında biri “İkisi de ölüyor, kavuşamıyor aşıklar.” diye bağırsaydı dayak yer miydi acaba? Yoksa toplumumuz artık daha fazla sonuç odaklı olduğu için mi bu duruma fazlaca sinirleniyoruz?

Mesela bu yüzden sonunu bildiğimiz klasikleri okumayacak mıyız? Filmleri seyretmeyecek miyiz? Spartacus’ün her hangi bir uyarlamasını tarihsel olarak kahramanın sonunu bildiğimiz için izlemeyecek miyiz? Yoksa tam tersi mi? Sonunu bildiğiniz bir şeyin o noktaya nasıl geleceğini izlemek daha keyifli değil mi?

Araf’talarmış.

Tabii ki hikayelerini sürpriz sonlara dayayan anlatıcılar olacaktır. M. Night Shyamalan, David Fincher  ya da Damon Lindelof aklıma ilk gelen örneklerden. Lakin hikayeyi sürpriz sona dayama, izleyiciyi ters köşeye getirme numaraları bir iki seferden sonra işlemiyor. Hatta yaratıcının bu isteği hikayenin iyice çuvallamasına, saçmalamasına yol açabiliyor. Tabii hikayeyi bu son plot twist’e dayandıran anlatım biçimlerinin spoiler olarak verilmesi hikayenin bütün büyüsünü de bozabiliyor.

Buradaki önemli nokta üreticinin tüketiciyi “şaşırtmaya” çalışması aslında. Hikayenin bütün amacı bu olunca beklenti de ona göre gelişiyor ve herkes kendini şaşırtacak sonu bekliyor. Öte yandan burada büyük bir kısır döngü var, bilginiz ne kadar fazlaysa şaşırtılmanız o kadar zor.

Big Sleep (1946)

The Big Sleep çekilirken senaristler  Sternwood’un şöförünü kimin öldürdüğünü bulamazlar ve Raymond Chandler’ı ararlar.  Chandler cevap olarak “Biliyorsam Allah belamı versin.” der. Bunu hikayede geçen dünyanın tekinsizliği ve tehlikesine bağlasalar da hikayecilik açısından değişik bir örnektir.

Bildiğiniz gibi gerçekler kurgudan her zaman daha şaşırtıcıdır. Şaşırmak için sürekli üçüncü sayfa haberleri ya da Müge Anlı seyredemeyeceğimize göre sürprizlere çok kafayı takmadan okuma, izleme zevkine kendinizi kaptırmanızı diliyorum.

Benzer Yazılar

Yorumlar