Üç Harflilere Dair – 2. Bölüm
İslam inançlarında cinlerin kendi aralarındaki türleri belli bir hiyerarşiye göre sıralanmaktadır. En düşük derecedekilere “cânn” denir. İkinci derecede cinler yer alır. Üçüncü derece şeytanlardan, dördüncü derece ifritlerden, beşinci derece ise ifritlerden bile güçlü olarak “marid”den oluşmaktadır.
İslam literatüründeki Kazvinî’nin meşhur Acaib-ül Mahlûkat ve Garaib-ül Mevcudât ve Demirî’nin Hayât-ül Hayevân adlı eserlerine göre ise cinler (erkeklerine “cinni”, dişilerine “cinniye” denilmektedir) “agval, “saali” ve “afarit” adıyla üç gruba ayrılırlar.
Agval yahut Gilan grubundan olanlar “gul”, Saali türünden olanlara “sılat”, Afarit grubundakilere de “ifrit” denilir. Kendi aralarında belli bir hiyerarşi taşıdıklarına inanırlar. Gul (Beta-Persei takımyıldızına Araplar Reis-ül Gul [Cinlerin Başı] adını takmıştır) türündeki cinlerin genellikle dişi olduğuna, erkeklerine “qutrub” denildiğine, “marid” tipi gul’lerin en acımasız ve hilekâr cinler olduğuna inanılır. Gul’lerin değişik biçimlere girerek insanlara yollarını şaşırttıkları, ardından parçalayıp yuttukları, geceleri mezarlara saldırıp ceset yedikleri söylenir.
Sılat tipi cinlerin dişilerinin kılık değiştirebildiğine, büyücü oldukları için çoğu cinin onlardan korktuğuna inanılır. En az zarar verenlerinin su birikintilerinde, ağaç kovuklarında, havadar yerlerde gezinen sılatlar olduğuna inanılır. Cahiliye dönemine kadar cinlerden sayılmayıp İslamiyet’le birlikte bunlar arasında adı anılan İfritler hayli kuvvetli, sert mizaçlı, acımasız ve kurnaz olarak kabul edilir.
Bugün çevremizde söylencelerini duyduğumuz cin inanışının bizdeki kaynağı da belli oranda bu kültür çevresine dayanmaktadır. Belli oranda diyorum çünkü Anadolu’nun mahalli kültürü ile birlikte, Anadolu’ya gelirken taşıdığımız belli kabuller ve inanışlar da söz konusu olmuştur. “Cin” inanışının bir de Orta Asya etkisi vardır…
“Yer-Su” Dedikleri
İslam öncesi dönemde Türk inançlarının önemli bir kısmını doğada varlıklarına inanılan bazı gizli güçler oluşturmuştur. Meşhur Orhun Kitabeleri’nde “yar-sub”-“yir-sub” (yer-su) tabiriyle, Uygurlarca “yir-suv” olarak ifade edilen bu unsurlar yani “göze görünmez gizli güçler” korku ve saygıyla karşılanmış, “iduk” yani “kutlu” kabul edilmişlerdir. Bir yerin “iduk” olarak kabul edilmesi demek, oranın bir “izi”sinin (iye-yiye-eye yani sahip anlamında) bulunduğu anlamına gelmiştir. Dünyayı ruhlarla dolu bir alem olarak kabul eden ve bunların koruyuculuklarına inanan eski Türk toplumunun yaşayışına dair çeşitli anekdotlar tarihi kaynaklardan da tespit edilebilmektedir. Mesela büyük bir dağ yahut ağaca “tengri” diye seslenip saygı göstermeleri şeklindeki pek çok anekdot Türklerden bahseden pek çok İslam kaynağında vurgulanmıştır. Aynı şekilde diğer bozkır toplumlarında da görülen inanışların şekli ve toplumdaki yerlerine ilişkin anekdotlar, çeşitli kaynaklarca tespit edilebilmiştir.
Mesela Moğolların Gizi Tarihçesi’ne göre yer-su ruhlarıyla ve fal-büyü uygulamalarıyla alakalı enteresan bir anekdottan bahsedilir:
Ogodai-hahan orada (Şira-dektur, Sarı Yayla, Lung-hu-t’ai) hastalanarak dili tutuldu. Birçok büyücü ve kâhinleri toplayarak fala baktırdıkları zaman: “Kitan halkına (Kuzey Çin’deki Kin Hanedanı yahut Curçenler ahalisi) ait yer ve suların hâkimi olan ruhlar: ‘Halkımız yağma edildi, şehir ve kalelerimiz yıkıldı!’ diyerek (Hanı) ağır surette hasta etmişlerdir.’ diye cevap verildi.
Sonra (Hanın) hayatı için fidye olarak (zapt edilen) memleket ve halkların iadesi, altın, gümüş ve her türlü yiyecek teklif edilerek, hayvan bağırsakları vasıtasıyla tekrar fala baktırıldı ise de müsait cevap çıkmadı, bilakis (Han) daha ziyade fenalaştı. “Hanın neslinden bir adamı versek olmaz mı?” diye fala baktırdıklarında Han birdenbire gözünü açtı, su istedi ve içtikten sonra: “Ne oluyor?” diye sordu. Falcılar: “Kitan halkına ait yer ve suların hâkimi olan ruhlar: ‘Yer ve sularımız alındı, halkımız yağma edildi!’ diyerek seni ağır surette hasta etmişlerdi. Fidye olarak bazı şeyler teklif etmek suretiyle fala baktırdı isek de, sen daha ziyade fenalaştın. Fakat: ‘(Hanın) neslinden birini versek olmaz mı?’ diye sorduğumuz anda müsait cevap geldi. Şimdi de senin emrini bekliyoruz” diye arz ettiler. Bunun üzerine (Han): “Yanımda prenslerden kim var?” diye sordu. Orada hazır bulunan prens Tolui yaklaşarak şunları söyledi: “(…) Benim yüzüm güzel ve boyum da uzundur. Kâhinler, afsunlarınızı söyleyin, dualarınızı okuyun!” Tolui (Tuluy) bunları söyledi ve kâhinler afsunlarını okurken o da afsunlaştırılmış suyu alıp içti. Biraz oturduktan sonra yine: “Birdenbire sarhoş oldum. Ağam, Hanım! Ben uyanıp kendime gelinceye kadar, yetim çocuklarıma, küçük kardeşlerime ve dul ailem Berude’ye bak! Söylemek istediklerimin hepsini söyledim. Ah, sarhoşum!” dedi ve yerinden kalkarak dışarı çıkar çıkmaz derhal öldü.”