Zindanlar ve Ontoloji – Varlık Nedir?

Giriş

Bu yazı serisinde anlatmaya çalışacağım genel konu fantastik dünyalar içerisinde felsefenin nasıl yapılabileceği sorusu olacak. An itibariyle bu yazı dahil şöyle bir yazı planlaması öngörmekteyim:

  • Zindanlar ve Ontoloji – Varlık nedir?
  • Zindanlar ve Epistemoloji – Bilgi nedir?
  • Zindanlar ve Etik – Doğru nedir?
  • Zindanlar ve Estetik – Güzellik nedir?

Bu yazılar da mantık haricinde olan bütün felsefe alanlarını kapsıyor olacaklar. Bu yazılarda siz okuyuculardan herkesin felsefe ile içli dışlı olmadığı kabulünü yapıp en başta size bu alanlar hakkında bilgi verip, analiz ve yorum yapabilecek dereceye getirdikten sonra fantastik kurgu dünyalarda bu konuda ne yanıtlar verilebilir onlara bakıyor olacağız.

Bu girizgahı yaptıktan sonra ilk yazımız olan Zindanlar ve Ontoloji’ye başlayalım. Neden ontoloji? Ontoloji (veya daha çok bilinen adıyla metafizik) varlığın neliğini sorgulayan felsefe alanıdır ve felsefe ilk yapılmaya başlandığında, yani Antik Yunan’dan bahsedersek, bu alan dahilinde yapılır. Thales’in “Her şey sudur” sözüyle başlayarak varlığın nasıl varlık haline geldiğini inceleyerek başlayan bu dizge Aristoteles ile “Hareket etmeyen hareket ettirici”ye ulaşacak, Ortaçağ’da bu Tanrı’yla sebeplenecek, modern felsefenin babası sayılan Descartes ile bu rasyonel bir hale gelerek, en başta reddedemeyeceğimiz bir benlik algısı olduğundan ve bu benlikte bir mükemmellik idesinin bulunmasından hareketle Tanrı’ya ulaşıyor olacağız. Bizim anlatımız burada bitecek olmasına rağmen bu dizgenin Kıta felsefesi olarak devam ederek Kant, Hegel, Husserl ve Heidegger olarak devam ettiğini de söylemek gerekir.

Platon, Aristoteles ve Sokrates

Akabinde fantastik dünyalara girerek varlık nedir sorusunu sormaya başlayacağız. Ve zorunlu olarak tanrılara girerek bu dünyalarda tasvir edilen varlıkların neden tanrı olmadıklarından bahsederek farklı varlık kategorilerine sahip bu dünyalarda nasıl bir ontolojinin mümkün olduğuna değinerek bitireceğiz. Önümüzde uzun bir anlatı var, bu anlatıya da ilk adımımızı atarak başlayalım.

Bizim Dünyamız

Antik Çağ: Presokratikler, Platon ve Aristoteles

Girişte de bahsetmiş olduğum üzere felsefe denilen bilimin doğuşunu sağlayan Thales tam da bu soruna kafa yorup “Her şey sudur” diyerek varlığın temelinde bulunan şeyin akışkan ve sürekli değişen bir şey olduğuna dair atıfta bulunarak bu işe başlamıştır. Ancak kabul etmek gerekir ki bu dönem içerisinde sistematik bir bilgiye erişim süreci yoktur. Thales’ten sonra da gelen presokratiklerin bu konuda kafa yorduklarını görürüz. Arada Epikür ve Stoacılar gibi etiğe giren adamlar olsa da büyük çoğunluğunun kafa yorduğu şey varlık denilen şeyin neliğidir. Bunun arkasında da şöyle bir sebep bulunmaktadır: Eğer siz varlığın arkasında olan şeyi çözebilirseniz, bunun ne olduğunu bilebilirseniz, varlığa da hakim olup bunun dönüşümlerini tahmin etmek ve değiştirmek mümkün hale gelecektir. O yüzden zaten ilk ilkelere erişme gibi bir çabaları bulunur bu insanların.

Platon ise bu ilk nedeni bu dünyada aramaktan vazgeçen ilk filozoftur. Sokrates’in kahraman olduğu diyalog şeklinde yazılan kitaplarında etik, epistemoloji, estetik gibi konuların başlangıcı bulunabilir. Ancak bizim ilgilendiğimiz alan varlık alanında neler dediği olacaktır.

Platon der ki, bu dünya vardır evet ama bu dünya esas olarak varolan idealar dünyasının bozulmuş halidir. Yani masa üzerinden örnek verirsek, bu dünyada tek tek cins cins çeşit çeşit masalar bulunmasına rağmen bu nesneye masalığını veren şey idealar dünyasındaki masa kavramıdır, bu ideadan pay alarak “masa”laşırlar. Dolayısıyla bu dünyadaki şeyler gerçek şeylerin bozuk birer kopyasıdır. Bozuklardır, zira değişime muktedirlerdir; gerçekten gerçek olan şeyin değişime ihtiyacı olmaz. Kopyadırlar zira bu ideadan pay alarak şeyleşen çok fazla şey bulunur.

Bu arada bu düşünce dizgesinde bu ideaların nasıl varolduğu konusunda çok bir şey söylenmez. Onlar zaten vardırlar ama bunları kim yaratmıştır, bu varlık kategorisinin sebebi kimdir çok belli değildir. Nitekim ortada bir tanrı kavramından ziyade henüz politeist bir panteon kavramı bulunmaktadır ve Yunan tanrılarının dünyayı yaratmak, evreni oluşturmak gibi bir kabulleri yoktur. Bu tanrı ve tanrıçalar bu işleri yapmış olan titanlarla savaşıp galebe çalmış olan ve tüm işleri içip, eğlenmek ve ölümlülerle takılmak olan burjuva tanrılarıdır. Neyse konuyu dağıtmadan devam edelim.

Aristoteles ve Platon yürürken…

Aristoteles ise bu fikri tersinden alarak bakacaktır. Ona göre tek tek şeylerden idealar oluşur. Yani ben birden fazla masa görerek bir masa ideası oluştururum. Bu yüzden de gerçek dünya ile idealar dünyası zorunlu olarak bağlantılıdır ve birinin diğerine üstünlük kurma gibi bir olayı yoktur. Dahası Aristoteles mantık üzerine kafa yorarak ilk sebep aramaya başlamış ve ortaya “Hareket etmeyen hareket ettirici (Demiurgos)” gibi bir kavram atmıştır. Bu kavram zaten, her ne kadar Hristiyan Tanrısı ile birebir örtüşmese de, Ortaçağ döneminde bu felsefi dizgenin Hristiyan teolojisi ile birleştirilmesi çabalarında kritik bir rol oynayacaktır.

Ortaçağ Dönemi: St. Augustine, Thomas Aquinas, St. Anselmus ve Ockham’lı William

Bu dönem içerisinde artık varlığın oluşma sebebi sadece ve sadece Tanrı’dadır. “En başta kelam vardır, kelam Tanrı’yla beraberdir ve kelam Tanrı’dır”. Bu dönem dahilinde başa bela olan bir tümeller sorunu vardır. Bu tartışma aslında bir önceki dönemde olan Platon ve Aristoteles düşünceleri ile beraber bunlara gelen ek bir fikrin tartışmasıdır:

  • Birinci grupta, ki bu grup içerisinde St. Augustine ve St. Anselmus’un fikirlerinin baskın olduğunu görüyoruz, tümeller (yani idealar, kavramlar) nesnelerden bağımsızdır ve onların üstündedir. Burada Platoncu görüşün yankılarını işitiyoruz aslında. İdealar mükemmeldir ve nesnelerden bağımsızdırlar, ancak nesneler onlara bağımlıdır. Bununla beraber insan ruhunun Tanrı’dan aldığı öz ile beraber mükemmel olduğu ama beden ile kusurlu halde olduğu düşüncesi de hakimdir. Dolayısıya bedeni yadsıyıp bütün işimizi gücümüzü Tanrı’nın krallığını anlamaya ayırmamız gerekir derler.
  • İkinci grup ise, özellikle Thomas Aquinas bu grubun başıdır, tümellerin varolduğunu söyler ama bu tümeller nesnelerin içinde bulunmaktadırlar, onlardan bağımsız ve üstün kesinlikle değillerdir. Yine belirtmek gerekir ki bu grubun Aristotelesçi olduğunu söylemek yanlış olmaz.
  • Üçüncü grup der ki, tümel diye bir şey yoktur kardeşim. Tümel dediğimiz şey onlara bizim taktığımız bir isimdir ve idea/tümel arayışı boş bir arayıştır.

Thomas Aquinas – Aquina’lı Thomas olarak da çevrilir.

Bu dönemin sonuna doğru adcıların, üçüncü grubun, galebe çaldığını söylemek mümkündür. Tümel yerine tikellere ilgi göstermek modern bilimin doğuşunu sağlamıştır. Bunun öncesinde bilim denilen şeyin amacının tümel araştırması olduğu varsayılıyordu zira.

Belirtmek gerekir ki bu konu başlı başına bir alandır, ortada Ortaçağ Felsefesi diye bir araştırma alanı bulunmaktayken ve bu yazıdaki amacımın size bütünüyle bir felsefe eğitimi vermek olmamasından ötürü burada keserek modern döneme  doğru geçiyorum. Ancak eğer bu dönemdeki felsefi akımlar ile ilgileniyorsanız Etienne Gilson’un “Ortaçağ Felsefesinin Ruhu” adlı kitabı önerebilirim.

Yorumlar