Kaf Dağı’nın Ötesi: Pirinç Ejder Ternesjevnik
Sahip olduğum dil ve edebiyat bilgisinin kafamdaki radikal düşünceleri tasvir etmek için yetersiz kalmasından ziyadesiyle muzdaripim. Bunu aşmak için baya uzun zamandır özellikle spekülatif kurgu dahilinde aklıma gelen fikirleri yazıya dökmeye uğraşıyorum. Burada Kaf Dağı’nın Ötesi adı altında derleyeceğim yazılar, benim edebiyatla deneysel olarak oynamamın ürünüdür. İşbu eserde alışılagelmişin dışında bir ejderhanın hayatını biyografi havasnda yazmaya çalıştım.
Bir Sanatçının Portresi
Ejderhalar doğanın soylularıdır. Ruhlarının ateşinden yayılan büyünün gücü, gördükleri her şeye tamah eden açgözlülükleri ile birleşerek soyluluğa has olan o kibri yaratır. İyi, kötü farketmeden ejderhaların ortak sıfatlarının yiyicilik, hükümranlık ve kibir ile alakalı olması kesinlikle tesadüf değildir.
Bütün ejderhalar kibirli ve açgözlüdür, ama Pirinç Ejderhalar aynı zamanda çok sosyal yaratıklardır. Muhabbeti ve arkadaş meclislerini çok severler. Bu sosyallikleri istifledikleri hazineye de yansır. Pirinç ejderhanın sandıklar dolusu altın sikkesi olmaz, nadide sikke sergileri olur. Yuva duvarlarını saray harabelerinden topladıkları işlemeli duvar halılarıyla süslerler. Her parlak eşyayı cebe atmaya yeltenmezler. Onlar için aslolan eşyanın insanlarda uyandırdığı duygulardır. Yaratmaya ve emeğe çok uzak olan ejderha ırkının en büyük yaratıcı kıvılcımın bir bronz yumurtadan çıkması zaten en akla yatkın olasılıktır.
Pirinç Ejderha Ternesjevnik yavruluğundan beri engel olamadığı bir dürtü ile bulduğu her düz yüzeye eskizler kazımış, her yumuşak kaya çıkıntısını şekillendirmeye çalışmıştı. Zamanla annesinin hazinesindeki eserleri taklit etmeye başladı. Annesinin bölgesinde kendi kendine yıllarca çalışarak hem gözünü hem elini iyice eğitmiş, pek çok sanat geleneğini ayırt eder ve uygular hale gelmişti. Yakın bölgedeki yontmaya elverişli bütün taşları bitirdikten sonra zorunlulukla yuvasını erkenden terketti.
Yuvadan ayrılma zamanı geldiğinde hemen bir arazi kapatıp yuva kurmak yerine, yarı Elf Terne kimliğiyle diyar diyar dolaştı ve çeşitli ustaların stüdyolarında çıraklık yaptı. Hayran olduğu sanat eserlerini üreten canlılarla yaşamak, onların ustalarından öğrenmek istemişti. Bilgisi ve tekniği bütün ustaların gözünü kamaştırdı, ama hepsi zamanla Terne’ye aynı acı haberi verdi. Terne’nin işleri tamamen tutkusuz ve karaktersizdi. Maganda soylulardan sipariş alıp çok rahat yaşayabilirdi ama; işleri nesillere ilham olmayacaktı. Daha genç olduğunu, olgunlaştıkça karakterinin işlerine yansıyacağını telkin ettiler. Terne çok sabırsızdı, asıl derdinin ejderha olmak olduğunu seziyordu. Sanatın kendisi dışında bir emeli yoktu. Varoluşun en güçlü canlısı ne isteyebilirdi, neye karşı tutku duyabilirdi?
Ternesjevnik yerleşme ihtiyacını hissettiğinde gözüne kestirdiği bir çöllük arazide yeraltı yuvası kurdu. Çeşitli kanallardan ufak tefek estetik eşyalar toplamaya başladı. Türünün diktası olan istifçilik içgüdüsünün ötesinde çok kişisel bir art niyeti vardı. Dünyanın dört bir yanından gelen farklı geleneklere ait eserlerle donattığı bir çalışma odası istiyordu. Değişik eserleri inceleyerek ilham ile mekanik üretimin arasındaki farkı anlayabileceğine inandı. Eserleri özümseyerek yaratıcılarının tutkularını anlayacaktı. Yakın çevreden topladığı eserler ve kendisine getirilen haraçlar konusunda akranlarından çok daha titizdi. Olabildiğince farklı nitelikte eser edinmek, yuvasını dev bir galeriye dönüştürmek istiyordu.
Bütün zamanını, ele geçirdiği eserleri incelemeye, kopyalamaya ve yeniden yaratmaya adamıştı. Pençelerini taşa çeken gücü sadece iletişim kurma güdüsü bastırabiliyordu. Kendini zorla mağaradan dışarı attığında tanıdığı bilgeler ve sanatçılara dadanıyor, içinde biriken bütün açmazları ortaya döküyordu. Depresyondan içine kapanması doğası gereği mümkün değildi, ama konuşması gün geçtikçe saçmalaşıyordu.
Ternesjevnik; bunalımlı halinden tiksinip sanatta bulamadığı ilhamı dışarıda aramaya niyetlendiğinde son kıyamet savaşları için kıtanın dört bir yanında ordular toplanıyordu. Ölümlülük deneyiminin en yoğun yaşandığı savaş alanını deneyimlemek için, sınır komşusu olduğu İmparatorluğun ordusuna katıldı. Uçuş hızı yüksek olduğu için genç, heyecanlı ve dünyadan pek haberi olmayan bir insan soylusu ile ulaklık işlerine atandı. Askeriyede aradığı heyecanı bulamamış, hatta binicisine zerre saygısı olmadığından uçuş rahatlığını bahane ederek pençeleriyle taşımaya başlamıştı.