80’ler Çocuklarına Adanmış Epik Bir Peri Masalı: Başlat-Ready Player One

Kendimi daima bir 80’ler çocuğu olarak gördüm. 2020’lere doğru yaklaştığımız şu günlerde teknolojinin aldığı boyut, sosyal medya çılgınlığı, oyunların sahip olmaya başladığı gerçeklik sınırında görüntü kalitesi, filmlerin ulaştığı yüzlerce milyon dolarlık bütçeler ve hatta çevremdeki insanların 80’ler hakkında bir konuşmaya tanık olduklarında yüzlerinde oluşan ekşi ifade bile benim kendimi bu şekilde kimliklendirmeme engel olamadı. O dönemin oyunları, kitapları, filmleri, dizileri ve özellikle de Anime’leri ruhumda asla silinmeyecek bir iz bırakmıştır. O yüzden 2000’lerde yapılıp da 80’lere yüzeysel dahi referanslarda bulunan yapımlar bende çoğu kişide olduğundan daha derin izler bırakmıştır. Blue Blazes ve Stranger Things benim bu bam telimi titreten nefis işlerdi. Ready Player One ise -büyük ölçüde yazarın ilk kitabı olmasından kaynaklanan bazı eksikliklerine rağmen- bende bu etkiyi yaratmayı başardı.

Ready Player One’ın ismini ilk kez, okuyacak bilimkurgu kitap açlığı çektiğim bir dönemde okuduğum bir tanıtımla oldu. Kitabın konusu, konsepti, referanslara dayalı olduğunu gördüğüm işlenişi ve genel olarak 80’lere bir saygı duruşu olması daha okumadan kitapla aramda bir aidiyet bağı hissetmemi sağladı. Kısa bir süre sonra kitabın bir filme uyarlanacağını, kısa bir teaser’le öğrendim. Bu aşamada kitabın filme uyarlanacak olmasından ziyade yönetmenin Steven Spielberg olması beni şaşırttı, zira Spielberg’i Lost World: Jurassic Park’dan bu yana 80’ler çocuklarının dimağını ateşleyen filmlerin yönetmeni olmaktan çıkmış, 30+ yaş ve üzerinden saygı görmeye yöneldiği filmler çekmeye başlamıştı. Bu filmleri elbette kötülememekle birlikte benim kafamdaki Spielberg daima 80’ler ve 90’lardaki filmlerinde kafamda oluşturduğu imajla paralel olmuştu ki bu filmi benim gözümde ayrı bir anlama büründürdü. Çok da uzun olmayan bir süre önce yayına giren ilk uzun fragman ise bu süreçte kitabı bir gecede okuyup bitirmiş bu satırların yazarını oturduğu yerden birkaç santim yükseltmeyi ve yıllardır görmek istediği o duyguları yaşatmayı başardı. (Evet, kitabı halihazırda okumuş olmama rağmen. )

Ready Player One’ı eğer benden önce okumadıysanız birçok kişi gibi filmi ilk fragmanından haberdar olmuş olacaksınız ve eminim ki 30 Mart’da vizyona girecek filme gün sayıyor olacaksınız. Ben de filmden önce hala vakit varken kitabın bende bıraktığı izlenimleri bir 80’ler çocuğu olarak yazayım dedim.

Kitap 2045’de geçiyor. Her cyberpunk hikaye tablosunda olduğu gibi, 2045’e dek geçen süreçte insanlık kaynaklarını tüketmiş, tükenen kaynakların yarattığı anarşi kanıksanmaya başlamış, yüksek denebilecek bir teknolojinin tabana dek inmesine karşın en alttakilerle en üsttekiler arasındaki hayat standardı uçurumu ulaşılmaz bir hal almıştır. Gençler başta olmak üzere birçok insan ise bu koşullarda çıkışı Oasis’de bulmuştur. Oasis, bir bulut depolama teknolojisi üzerinde varolan ve farklı kurallara sahp birçok dünyadan oluşan bir çokluevren olarak özetlenebilmektedir. Oasis’in kar odaklı olmayan yapısına rağmen ulaştığı popülarite, bu çokluevrenin yaratıcısı James Halliday’ın çeyrek trilyon dolarlık bir servete ulaşmasını sağlamıştır. Bir 80’ler çocuğu olan Halliday, teknoloji buna izin verene değin sadece kafasında yaratabildiği, kendine ait hissettiği o tek zaman dilimini sonsuza dek ölümsüzleştirebilmek için Oasis’i yarattığından beri, bir tür modern zaman ikonu olarak anılmaktadır. Oasis öyle geniş bir yayılım göstermiştir ki artık hükümetler bile okul kurmak yerine öğrencileri Oasis’de kurdukları okullara kaydetmekte, yetişkinler Oasis üzerinde faaliyet gösteren hizmetlerde çalışmakta, hatta Oasis’de kurulu dini tarikatlar bile takipçi bulmaktadır. Anlayabileceğiniz üzere Oasis insanlığı sonsuza dek değiştirmiş bir devrim etkisi yaratmıştır. James Halliday’in daha ilk sayfalarda bize bildirilen vefatı ise hikayenin asıl olaylar zincirini tetikleyecek olayları başlatacaktır.

Wade Watts ise hikayemizin başrol karakteri. Hikayenin ilerleyişi direkt onun gözlerinden ve sözlerinden bize anlatılıyor. Kendisi birçok kişi gibi yaşadığı dünyanın boğucu ve materyalist yapısından kaçmak için çıkışı Oasis’de bulmuş sayısız hayalperestten birisi. Öte yandan Wade hiç de parlak bir poster çocuğu değil. Babası bir market yağması sırasında, annesi ise aşırı doz uyuşturucudan ölmüş, eve para getiren yegane kişi olduğu halde ona resmen pislikmiş gibi davranan teyzesinin yanında yaşamak zorunda ve yaşlı kapı komşusu dışında ona gerçek hayatta ona gülümseyen hiç kimse yok. Wade aynı zamanda kilolu, sosyal ilişkilerde oldukça başarısız ve gerçek hayatta bir başarı elde edebilecek hiçbir özelliğe sahip olmayan birisi. Öte yandan Oasis’i oldukça iyi kullanıyor, okulunda hiç de saygı görmese de ve hiç de güçlü bir avatarı olmasa da sistemi avucunun içi gibi biliyor.

Yazar Ernest Cline

Tam da bu sırada Oasis’i yaratan James Halliday’in vefatından tam bir sene sonra, onun sisteme bıraktığı önceden ayarlanmış bir mesaj bir dağın tepesinden yuvarlanan bir kar tanesinin çığa dönüşmesi etkisi yaratıyor. Halliday mesajında yasal bir mirasçısı olmamasına rağmen, mirasının tamamen hak edecek kişiye kalması için, Oasis’in tam kontrolünü ve tüm servetini sistemin içerisine bıraktığı 3 anahtarı sırasıyla bulan ve ardından bu üç anahtarın açacağı bir sandıkta bulunan gizli objeye ulaşacak ilk kişiye bırakacağını açıklamıştır. Anahtarlar sınırsız, hazine ise tek anlayacağınız.

Dünyanın en büyük internet servis sağlayıcısı olan IOI, bu açıklama ile birlikte o güne dek ele geçiremedikleri tek yer olan Oasis’i ele geçirmek için Halliday’in yegane takıntısı olan 80’leri araştırmak ve bu şekilde ipucu toplamak için maaşlı bir ordu toplamaya başlar. Zira Halliday’in ardında bıraktığı serveti o kadar büyüktür ki bu uğurda her yolu mübah görmektedirler. Elbette başta gençler olmak üzere, birçok insan gerek klanlar gerekse bireysel olarak hayatlarını bu hazineyi bulacak ilk kişiler olmaya adamıştır. Wade bu avdaki bireysel avcılardan birisi ve o zamana dek kimsenin önemsemediği bir hayat yaşamasına karşın Halliday’ın programladığı avatarı Anorak’ın anahtarlarından ilkini bulması onu küresel bir avın ilk hedefi olmasına yol açacaktır.

Bu yolda elbette yanlız olmayacaktır. Gerçek hayatta hiç tanışmadığı kankası Aech ile Daito ve Shoto kardeşler, gerçek hayatta hiç tanışmamasına rağmen aşık olduğu Art3mis (Wade’in ona taktığı lakabıyla “Benatar”) ve her teknoloji şirketinin sahibinin hayat hikayesinde olduğu gibi, başta Halliday’ın en yakın dostu iken onunla ters düşünce yollarını dostça ayıran Ogden Morrow onun bu mücadelesindeki yegane müttefikleri oluyor.  Öte yandan IOI’in sistemi ele geçirme görevini verdiği, Oasis üzerindeki maaşlı ordunun başındaki üst düzey yönetici olan Nolan Sorento gerçek anlamda bu işi şu yada bu şekilde halletmek için her yolu mübah görmektedir ve Wade’in hayatını cehenneme çevirmek için elinden gelenş ardına koymayacaktır.

Konu kısaca bu şekilde. Fakat şunu peşinen söyleyebilirim ki yazar Ernest Cline gerçek bir 80’ler tutkunu. John Hughes filmlerinden Mobile Suit Gundam‘a, Star Trek‘den Star Wars‘a, ilk “easteregg” örneği olan Adventure adlı oyundan ilk büyük ödüllü oyun içi maratonu olan SwordQuest’e, Wargames filminden tarihteki ilk “phreaker” olan Captain Crunch’a dek kitap bu açıdan adeta dolup taşıyor. Referansların tam listesini buradan görebilirsiniz.  Zaten yazarın sonraki kitabı Armada’yı da okuduğumda bu düşüncem adeta tescillenmiş oldu. Kitap ayrıca sahne sahne içinde çalan şarkıları bizzat isim vererek belirtiyor, ama isterseniz bir 80’ler radyosunu arka planda dinleyerek okuma keyfinizi maksimuma çıkarabilirsiniz, zira ben öyle yaptım. (Accuradio’nun güzide birçok playlist’e ayrılmış 80’ler derlemesini de buradan belirtmek istedim)

Kitabın en azından ilk yarısı aslında bir ölçüde cyberpunk bir distopya olarak bile okunabilir. Zira Wade’in yaşadığı karavanlardan oluşan semt, sanal gerçeklik bağlantısı sağlayan donanımlar ve IOI ile ilgili genel tasvirler oldukça başarılı. Bu anlamda kitap aslında gerçek dünyayı sanal dünyadan daha iyi bile betimlemiş denebilir. Kitap o tükenmişlik, anarşi ve girilemez sandıkları dünyalarında yaşayan seçkinlerin sıradan insanlar üzerindeki etkilerini o kadar iyi yansıtmış ki yer yer renkli ve sınırsız bir dizi dünyadan geleceğin olası karanlık dünyasına ani şekilde düşüyor ve kısa bir sarsıntı geçirdiğiniz oluyor.

Kitap J.K. Rowling’in ilk Harry Potter‘indan Eiichiro Oda’nın One Piece‘ine, oyun/anime serisi Hack Sign’den (gerçi 30 yaş altı arkadaşlar örneklememi “Hack Sign” yerine “Sword Art Online” olarak da okuyabilirler) Cyberpunk masaüstü sistemi‘ne dek sayısız noktadan kendine ilham bularak başladığı için bir noktadan sonra neyin ana tema, neyin referans olduğunu ayırt etmek gerçekten güçleşiyor ama alıştığınızda bunun hayli keyifli olduğunu söyleyebilirim. Özellikle 80’ler yayını yapan bir radyo eşliğinde okursanız kitap kat be kat keyifli hale geliyor. Özellikle kitabın ana karakteri Wade’i alışılmadık şekilde silik ve “beta” bir şekilde yansıtmasının aslında hikayeyi bir poster çocuğunun maceralarına dönüştürmemek için yapılmış güzel bir seçim olduğunu, kitabın birçok yerinde sahneyi sadece bir referansa betimleme yaparak kafanızda ideal şekilde canlandırabildiğini ve kitabı benim gibi bir gecede bitirmeniz içten bile olmayacağı şekilde akıcı olduğunu söylemekle başlayabilirim.

Kitabın Wade’in bakış açısından yansıtılmasının getirdiği bazı eksiler de var elbette. Öncelikli olarak kitabın bazı noktaları (başta Wade’in seviye 99 olmaya kastığı kısımlar gibi) belirgin şekilde hızlı geçilmiş ve izleyici bu kısımları zaten o kısımda arka planda çok da büyük şeyler yaşanmadığını düşünmeye yönlendiriliyor. Fakat bu bir noktada (Wade’in işi gücü bırakıp kilo vermeye kastığı kısımlarda olduğu gibi) hikayenin arka planından tümüyle kopulmasına da yol açıyor. Ben açıkçası bunu, kitabın yazarının ilk eseri olmasına bağlıyorum. Öte yandan iş Anime’lerle ilgili referans verilen kısımların sadece isim verilip geçilmiş kısımlar olduğu, kitabın son mücadelesi dahil kitabın ikinci yarısındaki çoğu aksiyonun göz açıp kapayıncaya değin geçilen kısa cümlelerde hızlıca atlandığını düşünürsek kitabın ileride muhakkak Stephen King’in yakın zamanda dilimize kazandırılan The Stand ve The It’de de yapıldığı gibi bir genişletilmiş edisyona da dönüştürülmesi gerektiğini düşünmedim değil.

Karakterler maalesef çok derinlikli değiller zira yazarın tercih ettiği anlatım metodu dolayısıyla karakterler sadece Wade o an bir şeyleri izliyorsa yada kendisiyle konuşmak isteyen birileri temasa girerse konuşup birşeyler anlatıyorlar. Örneğin hesapta kitabın kötü adamı Nolan Sorento bile tüm kitap boyunca sadece tek bir sahnede birkaç cümle söylüyor ve kitabın geri kalanında bir daha o karakterle direkt etkileşime girildiğini hissedemiyoruz. (ki bu da benim son savaşı biraz ruhsuz bulmamın sebeplerinden birisi) Benzer şekilde bir noktada referanslar kontrolsüz şekilde artıyor ve gereksiz yerlerde bile referans verildiğini düşünür hale gelebiliyorsunuz. Benim açımdan sıkıntı yok, itfaiye hortumuyla bile bana 80’ler nostaljisi sıksanız gıkımı çıkartmam ama herkes benim kadar duruma hakim yada affedici olmayabilir.

Evet, daha çıkmasının üzerinden 5 sene bile geçmeden film hakları satılmış her kitapta olduğu gibi bu örnekte de Ready Player One’ın sinemaya uyarlanmaması kaçınılmazdı. Bu gerek Steven Spielberg’in eski şaşaalı günlerine dönüşü için biçilmiş kaftan bir proje olduğu gibi ILM’nin Legacy’nin Avatar’ına vereceği rötarlı da olsa bir cevap olabilir. Fragmandan fışkıran, hatta kitapta yeralmayan birçok referansın da kurguya eklendiğini gördüğümüz tüm o şölenden bahsetmiyorum bile. Tam bir win-win durumu. Öyleyse bu durumda şu noktaya geliyoruz: Uyarlanacak kitap nasıldı?

Ana fikir: iyi, tema ve referanslar: iyi, kurgu ve karakterler: vasat. Peki böyle bir kitabı film yapmak kurgu ve anlatımı iyileştirebilir mi? Benim görüşüm açısından bu mümkün zira kitabın asıl sorunu kitaptaki dünyanın o anının sadece Wade orada ona bakıyor yada onunla etkileşime giriyor diye varolduğunu düşündürtmesi oldu. Hatta bu yüzden hikayedeki önemli karakter sayısı da bir elin parmaklarından fazla değil. Fakat Wade’i ilgilendiren kısımları adapte edip arka planda vuku bulan kısımların filmde orijinal kurgu ile genişletilirse, tek sahnede görünüp ardından unutulan yada es geçilen tüm karaktere bir ruh üflenebilirse, herşeyden önemlisi bu bizzat yazarın onayıyla yapılacak bir adaptasyon ile olursa, bu neden olmasın?

Her ne kadar kitabı bir gecede bitirmiş de olsam, bu yazı belki bir ihtimal size bardağın boş tarafına bakarak yazdığım izlenimi uyandırabilir. Aslında niyetim daha çok kitabın eksilerinin başardığı şeylere nazaran ne derece önemsiz göründüğünü anlatmaktı zira kitap bir noktadan sonra Kahramanın Sonsuz Yolculuğu mitinin gerçekten başarılı bir yansıması haline geliyor. Zira kitabın başlangıcında sadece bir kaçış, daha ziyade ait olduğuna inandığı yerde gerçek hayata ilişkin sorunlardan uzaklaşma çabalaması varken karakter kaderinde olan amaca ilişkin bir rehber ve meydan okuma ile karşılaşıyor, yeniliyor, daha önce tatmadığı hisleri tadıyor ve kendini geliştirerek “kendinden daha büyük bir şeyi” kurtarmak üzere bir mücadeleye girişiyor. Hikayenin sonuna ulaştığınızda aslında varılan sondan ziyade yürünen yolun önem kazandığını görüyorsunuz ve bu da hikayeye herşey bittikten sonra farklı bir açıdan yaklaşmanıza sebep oluyor. Zaten Steven Spielberg’in bu hikayeyi sinemaya kazandırarak milyonlarca insana yayma isteği bu sözünü ettiğim Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’nu yeniden hissettirmekten büyük bir sebebe dayanmıyor diye hissediyorum. Spielberg’in başını çektiği, sinemada 80’lerde zirveye çıkan o mucizevi dünyaların açtığı çığrın Ernest Cline’ın kitabı yoluyla yeniden Spielberg’e dönmesi bundan daha başka birşey ile açıklanamaz sanırım.

Ben açıkçası filmin kitabı birçok yönden iyileştireceğine inanıyorum. Hatta kitapta bu yeralmamasına karşın filmde Art3mis “isyana hoşgeldin” demesiyle birlikte kitaptaki IOI’ye karşı son direnişin filmde IOI’ye karşı topyekün bir isyana dönüşebilmesi, kitaptaki tek derdi yaşadığı tükenmiş dünyadan kaçmak olan Wade’in uğruna savaşmaya değer bir ideal için bayraklaşatırılan bir kahramana dönüştürülme ihtimali beni heyecanlandırmıyor değil. Bazıları bunu bir stereotipleştirme yada klişeleşme olarak düşünebilir, fakat Oasis’in bir kahramana ihtiyacı olduğu açık ve ben sıfırdan o noktaya gelen bir kahramanı böyle bir hikayede görmeyi isterim. Yazarın söylediklerinden hareketle, kitaptaki birçok referansın telif hakları dolayısıyla filme aktarılamadığı, bunun yerine başka şeyler eklendiği gibi bir durum sözkonusu ama ilk uzun fragman beni yerden yükseltecek denli beğenimi kazandıysa sizin için sorun olacağını da sanmıyorum. Bakalım, film ne kadar başarılı olacak ve kitaptaki konsepti ne kadar geliştirebilecek, umarım çok fazla yanılmam.

Son Satırlara Gelirken

Ready Player One’ı tüm bilimkurgu ve gençlik edebiyatı sevenlere önerdiğimi, ama ruhu benim gibi 80’lerde yaşayan herkesin hem kitabını derhal okumasını hem de filmini ilk seansta izlemek için akın etmesini şiddetle öneriyorum. Kitap hem bir dönemin yeniden popülerleştiği şu günlerde gerçek bir saygı duruşu sunuyor hem de bunu görsel cephede zenginleştirerek tekrarlanması için gerçek bir çıkış noktası yaratıyor. Bense hem Ernest Cline’in gelecekte yazacağı diğer popüler kültür çeşnili yeni kitapları, hem de 80’ler güzellemeleri rüzgarı kesilmeden görebileceğimiz başka yapımların da bu kervana katılması ihtimalinden dolayı kendi adıma mutlu olacağım. Sizler de en azından bu kitabı hemen bugün okumaya başlayarak haftanızı daha renkli bir hale getirebilirsiniz. Bu bağlamda DEX yayınlarına böyle bir kitabı dilimize kazandırdıkları için teşekkürü bir borç biliyorum. Zira bu kitap bizlere, hayattan daha büyük bir macerayı ve bir kahramanın yolculuğunu olabilecek en akıcı haliyle sunuyor.

Yorumlar