Bu Ölümsüz: Dünya Mevzu Bahis, Ne Ölümü?

Roger Zelazny yazını ve özellikle de Bu Ölümsüz Türkçe bilimkurgu okurları arasında genelde Asimov, Dick, Clarke kitaplarının gölgesinde kalıyor sanırım. Sebepleri arasında daha az sayıda eserinin dilimize çevrilmiş olmasının yanında türe yaklaşımı konusundaki farklar da sayılabilir. Kitaplarında mitolojik ögelere sık sık yer verip, kurguyu bu doğrultuda yönlendirmesi saydığım diğer yazarlardan ayrıldığı noktalardan biri. Daha önce sitede yer verdiğimiz Işık Tanrısı kitabını okuyanlar ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaktır.

Bu defa yazarın bir başka kitabını ele alıyoruz. Kağıt üstünde çok daha başarılı olan eseri “Bu Ölümsüz” yazının konusu. Kağıt üstündeki kısım şundan ileri geliyor; 1966 yılında Hugo Ödülü’nü Frank Herbert’in Dune kitabıyla paylaşıyor. Açıkçası en sevdiğim bilimkurgu eseriyle aynı başarı ile ödüllendirilmiş olması daha da dikkatimi çekti, başladım okumaya. İlk başta konusu itibariyle dikkat çeken eserin anlatımı da bir o kadar başarılı. Konu demişken Dünya’ya elveda demeye hazır olun.

Beklenen Son

Üzerinde yaşadığımız gezegenin sonunu getirmek için kıyamet tanımı yapacaksak sanırım en iyi alternatif insanlığın kendisi olacaktır. Zira biz olmadığımız anda kendisini temizlemeye başlayacak olan Dünya, elimizdeki kitapta yine bizim yüzümüzden tam bir harabe haline gelmiş.

Üç Gün adı verilen bir dizi nükleer savaş çılgınlığı ve kaos süresi neticesinde gezegenimizin büyük çoğunluğu kullanılamaz haldedir. Bazı bölgeler yıllar boyu adım atılamaz derecede tehlikeli hale gelirken bazı bölgeler tamamen kullanım dışı kalır. Bazı canlı ırkları yok olmaya başlarken benzerlerini mitoloji kitaplarında okuduğumuz mutant varlıklar ortalıkta cirit atar. Böyle bir dünyayı kurtarmak için sanırım dışarıdan bir yardım kaçınılmazdı. Böyle bir durumda imdadımıza Vega adlı bir uzaylı ırkı yetişiyor. Gitmek isteyeni gezegenlerine davet edip, iş gücü karşılığında hayatlarını yok olmamış bir gezegende yaşamalarına imkan tanıyor.

Bu harabede yaşayamaya devam eden sanat müfettişi Ege’li Conrad ya da eski adıyla Konstantin Karagozis, tam hayatının en güzel günlerini yaşadığını düşünürken bir çeşit uzaylı rehberliği için göreve çağrılır. Uzaylı rehberliği ya da çocuk bakıcılığı için fazla “kalifiye” bir insan olduğunu daha eserin başında anlıyoruz. Ancak görev görevdir.

Söz konusu görev icabı Vega’lı itibar sahibi bir gazateciye ölmekte olan gezegenin belli başlı yerlerini gezdirecektir. Ancak görev asla sıradan bir gezi havasında gitmez. Günler geçtikçe asıl amaç iyice ortaya çıkmakta, gezegenin kaderi için ölüm kalım anlamına gelen kararlar verilmesi gerekmektedir. İhale -tabi ki- Karagozis’e kalır…

Tüm dünyanın kaderi onu en çok yaşamış adamın yapacaklarına bakarken peki o ne yapacak? Bu Ölümsüz, bu noktada adının hakkını fazlasıyla veriyor…

Ölüm mü? Ne ki O?

Normal yaşayan her canlı bu kaçınılmaz sonu yaşayacaktır. Adeta her nefis ölümü tadacaktır. Doğal olan ve beklenen budur. Ancak Karagozis için ölüm daima ertelenen bir buluşmadır. Defalarca kıyısından geçtiği ancak asla tadına bakmadığı bir duygudur. Haliyle bu uzun ömründe çok canlar ‘yakmıştır’. Bunun nedeni nasılı için yapılacak en makul açıklama kurgu icabı birisinin tüm dünyayı bilmesi ve yaşamış olması gerektiği. Ve o kişide Ege’nin bağrından kopup gelmiş Yunan dostumuzdan başkası değildir.

Böyle söyleyince çok yavan oldu. Roger Zelazny eserin adını verdiği karakteri bize meze diye sunar ve tüm öyküyü onun ağzından okuruz. Hayatını, başına gelenleri, yaptıklarını, yaptıklarının etkisini. Her bir hareketi dünyanın kaderi üzerinden deprem etkisi yaratan bir adam olduğunu söylemek yanlış olmaz. Güçlü ve etkili ana karakter diyorsak mesela iyi bir örnek. Çoğu kabiliyeti ve yeterliliği ilk bölümlerde okura sunulmuş ama ilerledikçe bizi şaşırtan hadiselerin ardı arkası kesilmiyor. Ana karakter olarak geçer not alıyor kesinlikle.

Kıyamet = İnsanoğlu

Bu dünyanın başına gelen en kötü şey olduğumuzu düşünüyordum, yazar sağ olsun fikirlerim iyice pekişti. Gezegenin tek tüketici canlısı olarak el birliğiyle içine ettiğimiz gerçeği, adeta kıyamet boyutunda bir felaketle ete kemiğe bürünüyor kitapta. Üç Gün adıyla anılan bir dizi nükleer ve toplu katliam sonunda dünyada yaşanacak yer sayısını parmakla sayılacak kadar azaltmış bulunuyoruz. Öyle ki; bazı yerlerin o kadar iyi canına okumuşuz ki, hala yanmaya devam eden yerler, hala yok olmaya devam eden bölgeler var. Yıkım konusunda çok fazla iyiyiz. Gerçek hayatta da bu denli büyük çapta işler karıştırmasak da, yine de bayağı bir saçmaladığımız ortada. Yok ettiğimiz, soyunu kuruttuğumuz canlı türlerinden yeşil alanları katletmeye kadar. Felaket küresel değil ama lokal olarak bu tanıma uygun işler yaptığımız aşikar.

Bu durumun iki sonucu olduğunu okuyoruz. Birincisi canlı hayatını o kadar başarıyla sabote etmişiz ki, hilkat garibesi denecek yaratıklar ortalıkta dolaşır olmuş. Öyle ki mitolojik canlıların ormanlarda, tepelerde cirit attığı kara parçalarına rast geliyoruz okurken. İnsan demeye bin şahit isteyecek iki ayaklılar ve yok ettiğimiz bir sürü canlı türü. Haliyle yaşam koşulları insanın kendisi içinde gittikçe tehlikeli hale geliyor. Bu durumda da ilaç sanayi teknolojik gelişmelerden payını başarıyla alıyor. İnsanlar kimyasal takviyelerle yaşam sürelerini uzatır hale gelmiş. Ölümden bu kadar korkarken onu başımızdan eksik etmiyoruz. Ve anlayacağınız biz ne yapıyorsak etkisi küresel felaket oluyor.

Vega’lı dostlar

İkinci sonuç tam olarak bu alt başlık; dünyayı o kadar güzel mahvediyoruz ki kendimizi uzaylı dostlar edinirken buluyoruz. Ya da onlar bizi buluyor. Kitap bize komşu bir ırk olduğunu, bizden daha gelişmiş olduklarını ve onların himayesi altında yaşadığımızı anlatıyor. Zira tükettiğimiz dünyadan uzaya kaçmak istediğimizde Vega adlı insansı özelliklere yakın canlılarla karşılaşıyoruz.

Bizim ırkımız için pek de öyle matah beklentileri olmayan bu arkadaşlar, sığınmacı olarak kabul ediyor bizi. Hikaye okur için tam da bu durum netlik kazandığı anda başlıyor ve zaten bunun üzerine kurulu. Diplomatik yollarla iki ırkın birbirine çalım atma çabaları ve işin geldiği şiddet eğilimli bölümleri dikkatli okumakta fayda var. İnsanoğlu başına gelenlerin hepsinden kendisi sorumlu ama düzeltmek için çok geç kalmış olabilir mi? Gerçekte böyle bir hadisenin yaşanma ihtimali yok. Ancak kendi suçumuz neticesinde mülteci hayatı yaşadığımız fikri bir hayli iç karartıcı.

Yazının en başında değindiğim mitolojik arka plan hadisesinden şimdiye kadar söz etmedim ancak kitap buram buram bunun üzerine kurulu. Yazar, bir karakteri ya da bir olayı anlatırken mitlere ve efsanelere referans vermeyi çok seviyor. Bu defa Yunan mitolojisini ciğerlerimize çekiyor. Ana karakterden tutun hikayenin başladığı ve devam ettiği coğrafyaya kadar her yer yakın çevremize ilişkin. Çoğu okurun en çok aşina olduğu mitolojik külliyat olması sebebiyle alt metinlerde verilen örnekler daha rahat anlaşılıyor. Zelazny okumanın sanırım en güzel yanı da bu; geleceği geçmişle anlatıyor.

Nihayetinde

Eser, dilimize ikinci kez İthaki Yayınları tarafından çevrilmiş durumda ve bu yazı söz konusu versiyon okunduktan sonra yazıldı. Daha evvel yapılan baskı ile çeviri anlamında çok fazla farklılık olmadığını söylemek mümkün. Yazarın ana karakterin kişiliğini ön plana çıkarmak için başvurduğu anlatım korunmuş, metin olarak gayet de akıcı.

Baskısı olmadığı için uzun zamandır bulup okumanın mümkün olmadığı bir kitaptı Bu Ölümsüz. Mitolojik arka planı, güçlü, başarıyla tasarlanmış ana karakteri, dünyanın geleceği ile ilgili kurgulanan gerçeklik anlayışı ile çok iyi bir iş olduğunu düşünüyorum. Özellikle Üç Gün denen hadise merak uyandırıcı.

Bu yazı, "İthaki Kütüphanesi" adlı yazı dizimizin bir parçasıdır.

Yorumlar