Faust’tan Hallice, Yeni Yetme Bir İblisolog – Eric: Bir Diskdünya Romanı
Son dönemlerde hayatım; A’tuin’in sırtında oradan oraya sürüklenen Diskdünya misali bir hal aldı. Günlerimse Ankh-Morpork kadar kaotik bir biçimde. Alışma sürecini atlattıktan sonra ilk iş, Kahramangiller’e bir yazı yazmaya geldi. Son zamanlarda en çok ilgimi çeken, ciddiyetten uzak tuhaflıklarla dolu olan Diskdünya serisini teker teker okumaya başladım. Kimini yeniden, kimini ise yeni yeni. İşte bu yeni romanlardan biri de; Eric ya da belki de Faust?
Kitabı tanıtmaya başlamadan önce kısaca, Diskdünya’dan bahsetmek istiyorum.
Diskdünya, Terry Pratchett’ın yaratmış olduğu, A’tuin adında kozmik bir kaplumbağanın üzerindeki dört filin taşıdığı, disk şeklinde bir dünyadır. Evet, düzdünyacılar ilgiyle okuyabilirler fakat buldukları gerçeklik, bekledikleri gerçeklik olmayabilir. Çevresi sularla kaplı, ki ona halka deniz denmekte ve neden halka olduğunu eminim anlamışsınızdır, ortasında büyük kıtası ve bir diğer ucunda ağırlık merkezi adasıyla, tuhaf bir coğrafya’ya sahip olan Disk’in üzerinde yaşananlar, her klasik fantastik kurgu evrenindekilerle aynıyken, aynı zamanda bambaşkadır. Disk; üzerinde neden var olduğunu bilmeyen ve çoğunlukla kafaları karışık bir sürü insanla ve varlıkla doludur.
Daha ayrıntılı bilgi için, bu yazıya başlamadan evvel; Diskdünya – Fantastik Kurgu ile Komedi’nin Buluştuğu Yer adlı yazımıza göz atmanızı tavsiye ederim. Kısaca bir bilgi edinir, sonra bu yazıya geri dönersiniz. Sonra Bob da amcanız olur. Her neyse, yazımıza geri dönelim!
Ha bu arada, ne olur ne olmaz diye spoiler uyarısı vermek isterim. Zira, bu karmaşanın içinde, hoşunuza gitmeyecek şeylerle karşılaşabilir, hatta farkında olmadan bilinçaltınıza bir spoiler yerleştirebilirsiniz.
İblis Olmayan Bir İblis Ve Bir İblisolog
Öncelikle İblisolog’un ne olduğundan kısaca bahsetmek gerek. Bildiğiniz üzere hemen hemen fantastik evrende iblisler mevcuttur. Onların görevi, cehennemi mesken edinerek oraya gelen ruhlara işkence etmek ve sonsuza denk buna devam ederken, arada bir dünyaya uğrayarak çeşitli vaatler karşılığında, insanların aklını çelmektir. iblisolog’larsa, bu iblisleri belirli yöntemlerle bulunduklara maddesel düzleme çağırarak, onlara hükmedip, yapılmasını istediklerini işleri yaptıran kişilere denir.
İşte Eric de, böyle bir İblisolog’tu. Yalnız şöyle bir sorun vardı ki, Eric ailesinin bodrum katında yaşayan, dedesinden kalma eski kitapları kurcalayarak evde kendi imkanlarıyla İblisoloji öğrenmiş, daha 14 yaşında bir çocuk ve açık konuşmak gerekirse, pek de başarılı bir iblisolog olduğu söylenemezdi. Fakat buna rağmen, yaşının üzerinde bir zeka ve kurnazlık da mevcuttu Eric’te. Şükür ki, çağırma halkasını çizdikten sonra çağırdığı ilk iblis, bir iblis olmaktan ziyade boyutlar arasında, zaman ve uzamın içerisinde bir hayalet olarak Ölüm’den (Evet, gerçek Ölüm’den) kaçmaya çalışan Rincewind’ten başkası değildi.
Rincewind ve Eric’in bu tuhaf karşılaşmasından sonra gelişen olaylar da, şu üç istekle başladı. Birincisi, bir hazine istiyorum. İkincisi, Evrenin en güzel kadınıyla tanışmak istiyorum. Üçüncüsü ise; Sonsuza dek yaşamak istiyorum. İşte hikayemiz tam olarak bu üç dilekle başlıyor ve Goethe’nin Faust’unda olduğu gibi ilerliyor. Bazen ne dilediğimize gerçekten dikkat etmemiz gerekir, çünkü dileklerimiz gerçekleşirken, bu dilekleri gerçekleştirenlerin isteklerimize hangi perspektiften baktığı da çok önemlidir. Gelin görün ki, ne Rincewind bir İblis’ti, ne de Eric gerçek bir İblisolog. Fakat tuhaf bir şekilde, bu dilekler gerçekleşiyordu.
Truva’dan Odeysseia’a, Inka’lardan Evrenin Başlangıcına Doğru
Hikayemiz gerçekten de yukarıdaki başlıktaki gibi ilerliyor. Bu sıralamayı yukarıdaki “dileklerle” bağdaştırabilirsiniz ve sanırım bu tam olarak spoiler sayılmaz. Şöyle ki; bu dilekler yavaş yavaş gerçekleşirken, her Diskdünya romanında olduğu gibi tuhaf ve beklenmedik şekilde oluyor. Bu arada, kitap bir noktada Disk’in kendi hikayelerine odaklanırken, bir diğer yandan da insanlık tarihini de içine alarak, bizlere tuhaf bir anlatı sunuyor.
Eric, ısrarlı bir şekilde dünyanın en güzel kadınıyla tanışmak isteyince; Rincewind, Eric ve Sandık (Bu arada Sandık her hikayenin içinde yer alırken, kendine ait hikayesiyse bambaşkadır. Onu tarif etmek oldukça zor ve bunu Terry Pratchett’tan başkasının yapabileceğini de pek sanmıyorum.) kendilerini efsanevi Truva kentinde bulurlar. Meşhur Truva savaşını başlatan, Helen’in pek tabi burada dünyanın en güzel kadını olması kaçınılmaz, işte bir anda kendilerini Truva kentinin önünde, tahtadan bir atla birlikte bulan ekibimiz, tuhaf yollarla ve Odysseus’la birlikte Truva’lı Helen’i kurtarmaya giderler.
Dünyanın en güzel kadınını gördüklerindeyse, beklentilerinin ötesinde bir sıradanlık onları beklemektedir. Helen sıradan bir kadın, hatta pek de ahım şahım olmayan ve bolca çocuklu bir kadındır. Güzellik kavramının göreceli olduğu bir dünyada ve arz-talep durumları söz konusu olduğunda, basit bir taş bile elmaslardan değerli olabilir. İlk durağımızdaki şaşkınlığımız bu oluyor ve sonrasında devamının geleceğini belirtir bir şekilde, dilediğimiz şeylerin beklediklerimizle aynı olmadığını gözümüze sokmak istercesine, bütün bunlar ısrarla devam ediyor.
Başları bir türlü dertten kurtulmayan ikilimiz, Truva kenti yıkılırken kendi zaman dilimlerine dönebilmek için, büyülü yollarla oradan oraya ışınlanıyorlar. Eh, Rincewind bir büyücü fakat kendisinin hiçbir büyüyü yapamadığını belirtmek gerekir. Her seferinde dünyanın saçma sapan yerlerinde ve saçma sapan zamanlarında kendilerini bulan ikilinin bir sonraki durağı İnka’lar oluyor. Meşhur İnka Zigguratlarının birinin önünde ortaya çıkan Eric ve Rincewind, bir süre buralarda oyalanırken, İnka Medeniyetinin temel taşını oluşturan dini kültürü anlamaya çalışıyorlar. Bu esnada; “Dünyanın hükümdarı olmak istiyorum!” dileğiyle bağdaşan bu durum, Eric’in İnkalar tarafından bir tanrı olarak kabul görmesiyle devam ediyor.
Gelin görün ki; Dünya’nın hükümdarı olma arzusunun İnkalardaki versiyonu pek de Eric’e göre değil. Zira, ruhunun kurtulması ve Tanrı biçiminin ortaya çıkması için kimse yenilmek istemez. Ve bir başka kaçış hikayesi de böyle başlıyor. Bütün bunlar olurken, Eric’in peşinde olan İblis Lordu da, işlerin gidişatından pek memnun olmayacak ki, artık ikiliyi aramak için kendi işini kendisinin yapması gerektiğine karar vererek yola çıkıyor.
Kitapta çeşitli dünyaların mimarıyla tanışıp, A’Tuin’in yaratılışı ve diğer dünyaların hikayelerini dinliyoruz. Gerçekliğin perdeleri yavaş yavaş yırtılırken, yeni yaratılmış dünyaya düşmekte olan Eric ve Rincewind, bir sonraki ışınlanma büyüsüyle bu kez kendilerini Cehennem’de buluyorlar. Belki de kitabın en sevdiğim bölümü burasıdır. Kitap baştan sonra var olan bütün dinleri, yaratılış hikayelerini ve insanlığın var olan bütün ruhani düşüncelerini baştan aşağı sorgularken, bu noktada ani bir dönüş yapıp, günümüz dünyasının düzenini cehenneme yansıtıyor. Yine mitoslardan bildiğimiz karakterleri görüyoruz.
Kral Sisyphos’u bilenler, cezasını anımsayacaklardır. Yeraltı dünyası boyunca devasa bir kayayı bir tepenin doruğuna kadar taşımaya çalışır ve her seferinde kaya ellerinden kayarak tekrar başladığı yere geri döner. Bu monotonluk bir başka cehennem tasviri olsa da, Diskdünya’nın cehenneminde artık yönetim ve işleyiş değişmiştir. Kayayı yuvarlamak şöyle dursun, Sisyphos hiçbir şey yapmadan kayanın başında beklemekte ve yanındaki bir iblis ona koca bir kitaptan İş Güvenliği’ne dair bölümler okumaktadır. Artık tüm cehennemde klasik müzik dinletilmekte, gelenlerin kendilerini daha rahat hissetmeleri için etrafa saksılar konulmaktadır. Günümüz dünyasındaki kapitalist düzenin bir cehennem tasviri olarak yansıtılması, başlangıçta şaşırtsa da her geçen örnekle birlikte yaşadığımız dünyayı nasıl da kendimize cehennem haline getirdiğimizi nükteli bir dille anlatıyor Pratchett bizlere.
Yarım Yamalak Mutlu Sonlar
Baştan sonra bu ve benzeri tarihsel olayların farklı sunumlarıyla beraber, uzun ve tuhaf bir tur rehberi tarafından tanıtılan bir geziye katılmış hissiyatı yaşatan “Eric”, Pratchett’ın diğer Diskdünya romanlarından bir nebze de olsa farklı. Karakterler ve mekanlar tanıdık olsa da, hikaye kesinlikle A’Tuin’in sırtında geçen diğer hikayeler gibi değil. Bu yüzden, fantastik seven okuyucular dışında da rahatlıkla okunabilir diye düşünüyorum.
G Ben kendi adıma diğer Disk romanları gibi olur diye düşünmüştüm, başlangıçta beni klasik bir Disk romanından mahrum bıraktığı için üzülsem de, kitabı sonuna kadar okuduktan sonra, bendeki yeri bambaşka oldu.
Ankh-Morpork’un mis(!) kokulu sokaklarında tekrar karşılaşmak üzere, şimdilik ayrılıyorum. Ha bu arada, bütün bunlar olurken Sandık neredeydi diye sorabilirsiniz. Sandık, tıpkı bu yazıda olduğunu gibi hikayenin belirli bir bölümünde ortadan kaybolmuş gibi görünebilir. Elbette ana hikayede de böyle oluyor lakin unutmayın ki sandık sahibini asla terk etmez ve asla onu kaybetmez. Onun zaman ve uzam algısı bizimkinden farklıdır ve bir şekilde tekrar sahibine döner, bunu yaparken bütün cehennemi baştan sona kat edip, çevresindeki iblislerin korkudan altlarına kaçırmalarına sebep olsa bile!