Gülten Dayıoğlu ve Türk Alt Kültürü Üzerindeki Olası Etkileri

Selam, müsaadenizle sizi çocukluğunuza götürmeye geldim. Hayatımın ilk yıllarında bana çok şey kattığını düşündüğüm bir yazarı tanıtacağım. Eğer ismini ilk defa duymuyorsanız, yani siz de benim gibi şanslı bir çocuk olup kitaplarını okuduysanız, hoş bir nostalji olacağını umarım. Gülten Dayıoğlu, edebiyatın neredeyse her türünde kalem konuşturmuş bir yazar olduğu için, yazının başlığından da anlayacağınız üzere burada çocuklar için yazmış olduğu bilimkurgu ya da fantastik temalı kitaplar üzerinde duracağım. Aklımda dört kitap var; Dünya Çocukların Olsa, Parbat Dağının Esrarı, Ölümsüz Ece ve Işın Çağı Çocukları. Gülten Hanım Türkiye’de olmasaydı (ki Türk olmakla gurur duyduğuna da eminim) Hollywood’un üzerine atlayıp şimdiye kadar en az beş farklı filmini çekmiş olacağı türden eserler bunlar.

Peki Kahramangiller gibi çizgi roman ve sinema ağırlıklı bir sitede bunu yazmak nereden aklıma geldi? Birincisi, Dayıoğlu’nun çoğu Türk çocuğuna hayal gücünün ne kadar sınırsız olabileceğini öğretmiş olmasına rağmen, hak ettiği değeri görmediğine inandığım için. Çocukken okuduk ve belki bir çoğumuz unuttuk ya da o enerjik üslubunu güzel bir hayal olarak hatırladık. Romanlarında derin bir umut ve yaşama enerjisi aşıladığı için, belki çoğumuzun zaman zaman daha iyi bir insan olmasını sağladı. Duygusallık bir kenara, X ve Y kuşağından Türkiye’de büyüyen çoğu çocuk bilim kurgu ve fantastik edebiyat motifleriyle onun kitapları sayesinde tanıştı. Bu nesillerin 1980 ve 90’larda dünya genelindeki fantastik yapımları yadırgamamış olmasında Dayıoğlu’nun büyük payı var diye düşünüyorum. Ülkemizde özellikle tutup sevilen yapımların kaynağı olarak gördüğüm kitapların açıklamalarına not düştüm. İkinci nedeni ise, yazının sonuna sakladım.

Okumayanlar eminim çok iddialı konuştuğumu düşünüyorlar. Bu noktada ben sözü kesip köprü vazifeme geçiyorum, hanımefendinin kitapları kendileri için konuşsun.

Dünya Çocukların Olsa (1981)

Dünyada iki kıta ve iki ülke vardır; Avampaka ve Çirupon. Bunlar birbirlerine ölesiye düşmandır, her ikisi de birbirlerini ortadan kaldırmak istemektedir. Ancak bu öyle bir şekilde yapılmalıdır ki, dünyanın kaynaklarına hiçbir şekilde zarar gelmemelidir. İki ülkenin de bilim insanları senelerce bu konuya kafa patlatırlar ve sonunda Avampakalı bilim insanları çözümü bulur; Sıcak Yağmur Şenliği. Önce gökyüzünden inanılmaz güzellikte, kıvrak ezgiler çalmaya başlayacaktır. İnsanlar anormal bir neşeyle dans ederek sokaklara dökülecektir. Sonra sıcak yağmur boşanacaktır. Yağmurun sıcaklığı dışında bir zararı yoktur, yani insanlar hemen ölmeyecektir. Öldürücü olan ve her yere ulaşarak asıl katliamı sağlayacak olan, yağmurdan sonra yayılacak zehirli buharlardır. Avampakalı bilim adamları, coşkuyla yeni buluşlarını kutlarken Çirupon Kıtası’nda da aynısı yapılmaktadır; çünkü gerek casusların marifeti gerek teknolojilerinin benzerliği yüzünden onlar da Sıcak Yağmur Şenliği’ni icat etmiştir.

gd_1

İki kıta, ölüm yağmurlarını birbirlerinin üzerine aynı anda yağdırırlar. Her yer, meydanlar, sinemalar, alışveriş merkezleri, şehirler, köyler cesetlerle dolar. Sonuç, kesindir. İki kıta üzerinde tek bir canlı dahi kalmamıştır. Ama öyle midir gerçekten?Kısa bir süre sonra, ölülerin arasında inlemeler ve kıpırdanmalar başlar. Cesetlerden bazıları, inleyerek ayağa kalkar ve ağlamaya başlarlar. Zombi kıyameti mi dersiniz? Değil! Ayağa kalkanların hepsi çocuktur. En büyüğü on iki yaşındadır. Anne ve babalarının cesetlerinin başında ağlayarak onları uyandırmaya çalışırlar.

Nasıl mı? İki ülkenin de bilim insanları, yıllar önce çocukları öldüren amansız bir hastalık yüzünden icat edilmiş ve iki kıtaya da yayılmış bir aşıyı unutmuşlardır da ondan. Çocuklara 12 yaşına kadar tam doz uygulanan bu güçlü aşı, ölüm buharlarının etkisini silmeyi başarmış ve insanlığı kurtarmıştır. Ancak çoğu kendine bakabilecek yaşta değildir. Daha da kötüsü, anne ve babalarının cesetleri gözlerinin önünde eriyerek yok olur. Bu Sıcak Yağmur Şenliği’nin amacıdır; doğaya ve kaynaklara olası en az hasarı vererek insanlığı yeryüzünden silmek. Tabii çocuklar için müthiş bir travma olur. En küçük olanlar saatlerce yerlerinden kıpırdamayarak annelerini çağırırlar. Büyükçe çocuklar onları toplamaya başlar, ama ne fayda? Bebeklerin ve çok küçük çocukların büyük bir bölümü açlıktan ölür. Böylece şehirli çocukların köylere göçüş hikayesi başlar. Hayatta kalma konusunda nispeten daha bilgili köylü akranlarına karışacak ve her şeyi en başından öğreneceklerdir. İki kıtada da, dünya çocuklara kalmıştır. Biri son derece tehlikeli iki yetişkin hariç…

Nasıl ama? Yazının ilk cümlelerinde kaş kaldırmış okurların şüphelerini temizleyecek kadar güçlü bir başlangıç oldu mu? Kişisel bir bilgi vereyim; ben bu romanı okuduğumda henüz sekiz yaşındaydım. Annem çalışıyordu ve kitaplarla çizgi romanlar konusundaki açlığımı minnetle karşılıyordu. Acaba bana bu kitabı hediye olarak alırken kapağındaki sakallı adamın suratında hiç meymenet olmadığını düşünmüş müydü? Avampaka ve Çirupon’un genellikle Amerika ve Rusya olduğu sanılır, ama ben Gülten Dayıoğlu’nun ileri görüşüne inanıyorum ve Avampaka’yı Avrupa-Amerika, Çirupon’u da hep Çin-Rusya-Japonya müttefikliği olarak düşünmüşümdür. Arada Ekşi Sözlük’te “dünyadaki herkesin öldüğü hayalini kurmak” gibi başlıklara denk geldiğimde, acaba bu tür kolektif düşüncelerin mimarlarından biri bu roman mıdır diye merak ederim. Neyse, en az bunun kadar ilginç ama daha az vahşi bir kitaba, Parbat Dağının Esrarı’na geçelim.

Parbat Dağının Esrarı (1989)

Parbat Dağının Esrarı, Dünya Çocukların Olsa’ya nazaran çok daha çocuklara yönelik bir kitap. Evet, bildiğimiz Nanga Parbat, Pakistan’daki. Çocukken bitkilerle iletişim kurmayı öğrenerek bir bitki bilgini, yani botanikçi olan genç bir adamın hikayesini anlatır. Genç adam, henüz çocuk yaşındayken yaşadığı ülkenin başkanı kaçırılır. Kahramanımız, bitkilerle konuşabilme yeteneği sayesinde başkanı bularak çok ünlü olur. Derken, dünyaya bir Alev Şelalesi adı verilen bir meteorun çarpacağı öngörülür. Gözlemlemek için, Nanga Parbat Dağı’na bir uydu yerleştirilir. Herkes korku içinde beklerken, ekrana panik içinde koşturan gölgeler yansır. Tüm dünya merak eder; o kuş uçmaz kervan geçmez dağda kimin gölgelerini görmüşlerdir?

gd_3

Bu kitapta ilgilendiğim şey, hikayeden çok Dayıoğlu’nun yarattığı Kalan Halkı. Bunlar insan gibiler, en azından başında insanlar. Tufan zamanında hayatta kalan yüz kişi, bir dağın içine saklanıyorlar. Dünyada kendilerinden başka kimse kalmadığına inandıkları için kendilerine “Kalanlar”, ülkelerine de Kalanya diyorlar.  Bahar ayları gelip hava ısınmaya başladığında dışarı çıkıyorlar. Çoğu dağda soğuktan ve hastalıktan ölüyor. Derken, bitkilerle iletişim kurmayı öğreniyorlar. Bitkilerin yardımıyla kendilerini bir kılıfla kaplayarak soğuktan ve hastalıktan korunuyorlar. En yaşlıları ölünce, cesedini bitki lifleriyle eritiyorlar. Bu cesedin üzerinde yarı saydam çiçekler yetişiyor ve “Geçmiş Çiçekleri” adı verilen bu bitki sayesinde ölü atalarıyla iletişim kurabiliyorlar. Ölüm, korkutucu bir son olmaktan çıkıyor onlar için. Derken, bitkilerle iletişimi öyle geliştiriyorlar ki, iş bitkisayarlara kadar gidiyor. Yeraltında bir tür enerji sarmalı buldukları için ısınıp yaşam alanlarını genişletiyorlar. Ancak hem birbirleri, hem de bitkilerle zihinsel iletişim kurdukları için insan kökenleri bu yoğunluğa dayanmıyor, en çok otuz yaşında ölüyorlar. Ölenler, geçmiş çiçeklerine dönüşüyorlar. Yani sonsuza kadar çocuk kalan bir halktan bahsediyoruz. Eğer oturmuş bir sinema kültürümüz olsaydı, yarı bitki çocuklar çok ilginç bulunmaz mıydı?

Gülten Dayıoğlu, pek çok çocuk kitabı yazarının aksine şiddet, kin gibi yıkıcı duyguların insanın doğal bir parçası olduğunu kabul eder. Ancak bunun tedavisinin sağlıklı sevgi olduğunu savunur. Bütün kitaplarında böyledir. Dünya Çocukların Olsa’da yıkımı ve ölümü görmüş çocuklar birbirlerine saldırmaz. Kalanya’da, bitkilerin bilgeliğiyle yetişmiş Kalan Halkı şiddetten arınmıştır. Ölümsüz Ece ise, zaten en başından insanlığa katkıda bulunmak adına hayatını feda etmeyi istemiş bir çocuktur. Hazır adını anmışken…

Yorumlar