Hayal Gücünün Sınırlarını Zorlayan Bir Korku Klasiği: Sınırdaki Ev
-
Zülfikar Yamaç
- Kitap
- 25 Şubat 2015
Bir kitap düşünün, içinde korku edebiyatı olsun ama bilim kurgu ve fantastik ögeler de her daim eşlikçisi olsun. O karanlık atmosferin içerisine dahil olsun bu türler ve hiç bir şekilde kötü durmasın. Bir ay kadar önce okuduğum kitapta da aynen bu durum söz konusu idi. William Hope Hodgson’un kaleminden çıkan Sınırdaki Ev (The House on the Borderland) tam da az önce bahsettiğim türde bir kitap.
Efendiler, evvela yazar kim onu bir tanıyalım zira ben dahil birçok kişi yazarı pek tanımıyor. 1877 yılında Essex İngiltere’de doğan Hodgson, çocukken hep denizci olmak istemiş kendisi ve çocuk yaşta (on üç sanırım) bu halini gerçekleştirmeyi başarmış. Ancak Birinci Dünya Savaşı, Bilimkurgu, fantastik ve korku edebiyatı başta olmak üzere bir çok hikaye ve roman yazan yazarın sonu olur. Kırk yaşındayken hayatını kaybeden yazar, günümüz bilim kurgu yazarlarından China Mieville’nin ilham aldığı kişilerden biridir.
Gelelim Sınırdaki Ev’e. İki arkadaşın yeni keşfettikleri bir ormanda balık tutmak ve kamp kurmak üzere anlaşmaları, burada kaldıkları süre içerisinde yaptıkları yürüyüşlerden birinde rastladıkları esrarengiz bir evi ve bu evde buldukları el yazması ile başlıyor hikaye. El yazması zamanında orada yaşamış, adı sanı belli olmayan bir münzevinin günlüğüdür ve bu evde yaşadıklarını kaleme almıştır.
Ellili yaşlarında olan adamımız, hikayeye evden bahsederek başlıyor. Evin hiç de normal olmadığını açıklayamadığı -ve açıklayamayacağı- şeyler olduğundan bahsederek bu evde geçirdiği günlere ait anılarını yazıyor. Kız kardeşi ve köpeği Biber ile bu evde yaşamını sürdüren münzevimiz, anılarına rüyasında yaptığı kozmik seyahatle başlar. Akla hayala sığmayacak yıldızlar ve gezegenler arasında yolculuk yapan, hayal mi gerçek mi olduğunu birbirinden ayıramadığı sürenin sonunda bir gezegende, bir arenaya gelir. Etrafını birçoğunu mitolojik hikayelerden tanıdığı tanrıların sardığı arenanın ortasında bir ev, evin de etrafında garip bir yaratık vardır. Ev kendi yaşadığı evin yeşil bir madenden kopyası gibi dururken, daha önce hiçbir yerde benzerini görmediği bir domuz kafalı bir yaratık bu eve zorla girmeye çalışmaktadır. Bu sahne ile birlikte rüyasından (bir gün süren bir uyku) uyanan münzevi ne olup bittiğine anlam veremeden hayatına devam eder.
Bu rüyanın ertesi gününde, köpeği Biber ile birlikte çevre köyde yaşayanların bu mekandan korkmalarına neden olan Çukur’a doğru yürüyüşe çıkar. Yürüyüşün ardından Çukur’a varırlar ve kendilerini tahmin dahi edemeyecekleri bir tehlikenin içinde bulurlar. Gelen sesler üzerine etraftaki çalılıkların arasına dalan Biber, kısa bir süre sonra saldırıya uğramış bir şekilde ortaya çıkar. Ne olup bittiğine anlam veremeyen münzevi, rüyasını işgal eden yaratıkla karşılaşır.
Tam olarak ne olup bittiğine anlama veremeyen adamımız yaralı köpeğini de alıp evine geri döner. Tüm kapı ve pencereleri sıkı sıkıya kapatıp kendini kontrol altına almaya çalışan ve gördüklerinin şokunu üzerinden atamadan çalışma odasının bu yaratıklar tarafından gözetlendiğinin farkına varır. Bir çok defa bu domuz adamlarla karşılaşan münzevi, kız kardeşi ve tabi ki köpeğini korumak için mücadeleye başlar. Nereden geldikleri ve ne olduklarını bilmediği bu yaratıklara karşı bu esrarengiz evde kısılı kalarak hayatını sürdürmeye çalışır.
Bu sınırdaki evde yaşadığı süre boyunca başına gelen her şeyi kaleme alır münzevi. Domuz yaratıklarla olan mücadelesinden, çıktığı yıldızlar arası seyahatlere kadar.
Kitabın en etkileyici yönü, bu seyahatlerdi bana kalırsa. Yazarın hayal gücünün sınırı ancak evrenin sınırı ile sınırlı diyeceğim ama o da değil anlaşılan. Kaleminden damlayan zaman mekan anlatısı çok güzeldi (bazı yerlerini anlamak için bir kereden fazla okuduğumda oldu, alışık olmadığımdan sanırım). Ülkemizde İthaki Yayaınları tarafından yayınlanan, H.P. Lovecraft’ın “Başyapıt” dediği kitabı okumayanlar (duymayanlar) vardır mutlaka.