Hüseyin Rahmi Gürpınar ve Türk Alt Kültürü Üzerindeki Olası Etkileri

Ergenliğe yeni giren bir Türk genci, korku edebiyatı okumak istediğinde başına neler gelir? Burnuna dayanacak ilk isim Ömer Seyfettin’in Perili Köşk’üdür. Kaldı ki, Perili Köşk kısa bir hikaye olup bence o kadar da başarılı korku ögeleri içermez (Kötü demiyorum bakın, sıradan diyorum). Gencimiz ondan öteye yürümek isterse, klasik Türk edebiyatı -ya da okul müfredatı- dahilinde “Hüseyin Rahmi’nin Gulyabani’sini oku yavrum! Okuma öyle Stephen King filan, sakıncalı onlar,” derler. Halbuki ne yazık? Bence ikisi çok iyi anlaşırlardı. Hatta ikisi de Türk olsalar ve günümüzde yaşasalardı, yapacakları ilk şey korku türünü adamdan saymayan içi geçmiş Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenlerine kafa tutmak olurdu.

Bugün size, Türk eğitim sisteminde maalesef “Mahalle karısı jargonunu iyi yazar!”a indirgenerek asıl kıymeti bilinmeyen, yazdığı hikayelerdeki sahicilik ve üslubuyla muazzam bir korku yazarını tanıtacağım. Hüseyin Rahmi Gürpınar adının size yabancı olmadığına eminim. Mutlaka kaleminden çıkmış bir şeylere denk gelmişsinizdir. Bunlar, özellikle “Batılılaşmayı eleştiriyor!” diye liselilere ahlak dersi misali sık sık dayatılan “Şık” ve “Mürebbiye” gibi hikayeler olabilir. Yazarın 12-13 yaşındaki çocuklara “Bakın, diyalogları ne eğlenceli!” diye pazarlanan kitapları ise, genellikle “Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç” veya “Gulyabani”‘dir.

Diyebilirsiniz ki, “E kıymeti bilinmiş işte, okullarda okutuluyor en azından,  adı bile anılmayan ne yazarlarımız var!” Bir dereceye kadar haklısınız, ama bazen eksik veya yanlış bilinmek, hiç bilinmemek kadar kötüdür bence. Böyle kokuşmuş ve kalıplaşmış bir eğitim sisteminde, tanısa “Vah vah!” diyeceği türden bilenmemiş kafalar tarafından eksik olarak öğretilmek, Hüseyin Rahmi’nin en son isteyeceği şeydi eminim. Evet, bu konuda çok kızgınım. Ama kafanızı daha fazla ütülemeyeceğim. En iyisi ben kendisinin hikayelerini, hayatını ve amaçlarını anlatayım, yazının sonunda siz kendiniz karar verin.

Gulyabani (1913)

Gulyabani, Muhsine adlı genç bir kadın tarafından anlatılır. Hüseyin Rahmi’nin romanın başına koyduğu önsöze göre, bu hikayeyi çocukken, birinci elden o sırada altmışlı yaşlarını süren Muhsine Hanım’ın kendisinden dinlemiştir. Anlatılan, halk arasında “cinli” diye bilinen Yedi Çobanlar Çiftliği’nin ve oranın deli hanımefendisinin trajikomik öyküsüdür.

Soldaki versiyon bende olandı. Filmdeki kukla halinden 5 kat daha korkunç doğrusu.

Soldaki versiyon bende olandı. Filmdeki kukla halinden 5 kat daha korkunç doğrusu.

Muhsine, yeni boşanmış ve iş arayan bir genç kadındır. Bir tanıdığı, Yedi Çobanlar Çiftliği’ne hizmetçi olarak gitmesini önerir, hatta alıp götürür. Çiftlik, İstanbul’un hayli dışındadır, o dönemdeki İstanbul için konuşuyorum tabii. Yolda giderlerken, arabacı karanlık bastıktan sonra o taraflara gitmeyeceğinden, çiftliğin perili olduğundan, dolunayda minare boylu Gulyabani’nin dadandığından söz eder. Çiftliğe vardıklarında Muhsine, Çeşmifelek Kalfa adlı bir halayık (ortalık hizmetçisi diyelim) ve Ruşen Abla adında bir Arap aşçı ile tanışır. Onlar sohbet ederken, hava kararmaya başlar ve Muhsine öğrenir ki, onu bırakan kadın gitmiş! Genç kadın çırpınır, kaçmaya çalışır ama bırakmazlar. “Sen artık buraya aitsin!” derler. Bildiğin alıkoymak yani.

Düşünün, 1900’lü yılların başındasınız, hayaletli olduğu söylenen büyük bir köşktesiniz, az önce tanıştığınız iki kadın odadan çıkıp az sonra beyaz cüppelerle, saçları açık böyle Samara gibi içeri giriyorlar ve size diyorlar ki; “Bu evin gece kılığı budur! Artık bizdensin, sen de bunu giyeceksin!”  Yetmiyor, bir de geceleri herkesin tek yatması gerektiğini öğreniyorsunuz. Yani, bir de o ortamda yalnız kalacaksınız. Elektrik yok, bitmemesi için dikkatle kullanmanız gereken bir mum ve etrafınızda gizemlerle dolu, her tarafından ses gelen devasa bir köşk var. Günü kazasız belasız atlattınız diyelim, gece odanıza çıktığınızda, yatağınızı aldığınız yüklük dolabından sesler gelmeye başlıyor. İnsan kafayı yemez mi? Üstelik, köşkün abuk kuralları bir tek giyimle sınırlı değil. Şu odaya girme, burayı süpürme, filan pencerenin altında toplanıyorlar, oradan toz dökme gibi şeylerin yanı sıra, “iyi saatte olsunlar”ın (*) gönlünü hoş etmek için bahçedeki incir ağacının köküne  şerbetler dökmeniz ve tütsüler yakmanız lazım. Bunları ciddiye almalısınız, çünkü sizden önceki iki ortalık hizmetçisi ölmüş ve cesetlerini bile bulamamışlar. Hani kıymetini bilmiş olsak, çok güzel bir survival horror oyunu çıkmaz mıydı bu romandan?

*(Bu deyimin aslı “İyi sıhhatte olsunlar,”dır. Tıpkı banyo sonrası “Sıhhatler olsun! “un çoğu kişi tarafından “Saatler olsun!” diye algılanması gibi, halk arasında böyle yerleşmiştir. Amaç, söylerken üç harflileri kızdırmamaktır. Hatırladığım kadarıyla romanda da “E tabii iyi saatte olsunlar, fena saatte olmasınlar!” gibi bir cümle vardır. Bir de, romanda çok sık “peri” kelimesi geçer. Normalde periler Türk masallarında vardır, ama cinler Arap kökenlidir. Ama bunca kültür birleşmesinden sonra ikisini ayrı tutmak ne derece mantıklı, bilemiyorum.)

Yorumlar