Istrancalı Abdülharis Paşa – Modern Türk Edebiyatında Yeni Bir Başyapıt

Türk modern fantastik kurgusunun (ve ben ısrarla korku türünü, fantastik kurgu içindeki alt tür olarak tanımlama taraftarıyım) son yıllardaki en iyi örneklerinden biri ile karşı karşıyasınız.

Mehmet Berk Yaltırık’ın ikinci romanı olan Istrancalı Abdülharis Paşa’yı aslında bir tür ile tanımlamak kolay değil. Fantastik ve alt tür olarak korku romanı diyebilirsiniz, fakat eksik kalacaktır. Romanın içinde inanılmaz derecede tarihi referans var. Özellikle de kitabın yarısının geçtiği 1600’lü yıllardaki Balkanlar/Rumeli bölgelerine dair bilgiler oldukça doyurucu.

Bunun yanı sıra, kitabın diğer yarısının geçtiği 2003 yılına ait de çok fazla referans mevcut. Bunlar o dönemin ünlü Türk şarkılarından tutun da aktörlere kadar uzanabiliyor. Bu  döneme ait kısımlar da iyi bir drama sunuyor.

Bu yüzden Istancalı Abdülharis Paşa için en söylenebilecek şey şüphesiz “her bakımdan doyurucu ve iyi bir roman” olacaktır.

Hikaye

Istrancalı Abdülharis Paşa, 1600’lü yıllarda Anadolu’daki göçmen çadırlarında başlıyor. İshak Beg, padişah tarafından kendisine tımar verilince bugünkü adı Yıldız Dağları olan, Bulgaristan’dan Kırklareli’ne kadar uzanan Istranca Dağları’nın yakınlarındaki bölgeye taşınır. Buradan sonra hikayenin tamamına yakını Viyana Kuşatması, Balkan illerindeki eşkıya faaliyetleri ve köy yaşantısı arasında gidip gelecektir. Burada Abdülharis’in “tekinsiz” doğumundan önceki olaylar ile hikaye başlar, Abdülharis’in ilerleyen yıllardaki tuhaf sapaklarla dolu kariyerine ve hayatına odaklanır.

Diğer yandan, 2003 yılındaki akademisyen bir tarihçi olan Asil karakteri ise hem o dönem yaşamış bir karakteri (yani Istrancalı Abdülharis Paşa’yı) araştırırken diğer yandan ailelerinin tarihine fazla bağlı olan annesi ile kız arkadaşı Güldem arasındaki gerilimin ortasında kalmaktadır. Yeni gelinin ailesinin tarihi bağları çok geriye uzanmadığı için kabul etmekte zorlanan anne, genç çift üzerinde büyük bir baskı yaratmaktadır. Bu dönem içinde Asil’in araştırması hem birden çok karaktere temas ederken, ilgili yıllardaki Edirne’nin gündelik hayatını da iyi bir şekilde yansıtmaktadır.

Kitabın Osmanlı döneminde geçen kısımları bazı okuyucular için harika olurken, bir kısım okuyucuda da belli bir ön yargı oluşturabilir. Zira yakın dönemde, konjonktüre yaranmak adına Osmanlı dönem eserleri pek popüler. Fakat Istrancalı Abdülharis Paşa, kesinlikle böyle bir endişe taşımıyor. Zaten Osmanlı içinde belirli bir dönem ve coğrafyayı anlatırken o pek sevilen saray entrikalarından ve cariyelerden uzak durup daha çok savaş alanları, kuşatmalar, köyler ve eşkıyalara değiniyor. Bunu yaparken de Osmanlı’nın gücüne dair popülist yaklaşımlardan da uzak duruyor. Bir sahnede Ordu-yu Hümayun’un gücünden etkilenen Abdülharis’i okuyucuya gösterirken, sonraki sayfalarda devasa ordu ile birlikte uğradıkları bozguna da aynı cesaretle yer veriyor.

Kurgu ve Atmosfer

Kitapta, bir bölüm Abdülharis dönemine giderken hemen sonrası bölüm tarihçi Asil’e geri geliyor. Bu şekilde bakarsak, Asil’in araştırmalarını, okuyucu olarak doğrudan Abdülharis’li kısımlarda okuyoruz. Yani Asil, okuyucuya bir şeyleri anlatmıyor. Bunun yerine doğrudan sonraki bölümde, araştırdığı kısmı bizzat okuyoruz. Bu da bir şekilde “tarihi yaşamak” oluyor ki bu tür bir etkiyi oluşturmak gerçekten güç. Yani hikaye komple 1600’lü yıllarda geçseydi bile tarihi bu kadar iyi bir şekilde anlatmak, empati kurmak güç olacaktı. Fakat önce tarihçiye ve araştırmalarına odaklanıp sonradan o döneme geri gidince hikayenin üzerine bir set daha gerçekçilik çekilmiş oluyor. Kurgu, gerçekle birbirine karışıyor. Bir noktadan sonra verilen tarihi referanslar ve farklı karakterler ile Abdülharis’in gerçekten yaşayıp yaşamadığını sorgulamaya başlıyorsunuz.

Doğaldır ki bu tür bir anlatımda, kurguda kopukluklar yaşanabiliyor. Fakat Istrancalı Abdülharis Paşa, üzerinde çok düşünülmüş bir roman ve zaman geçişleri arasında harika bir uyum sağlanmış. Benzer bir  durum Stephen King’in ünlü It romanında da vardı. Aldığımız referansın kalitesine bakarsak, söz konusu eser hakkında da mutlaka bir fikir sahibi olabiliriz.

Yine de romanın en çok ön plana çıkan kısmının atmosfer olduğu da kesin. Yörük çadırında, gece anlatılan bir hikayeyi dinlerken, o dönemde bu tür anlatıların neden gerçek kabul edildiğini anlıyorsunuz. Kilometrelerce mesafede kimse yokken, arazilerin büyük kısmı eşkiyalarla doluyken, açıklanamayan sayısız hastalık varken, karanlıkta anlatılan bu söylencelere inanmamak işten bile değil. Velev ki fantastik/korku türündeki bu romanda, söz konusu söylencelerin bir haklılık payı da olduğunu unutmamak gerekiyor.

Özellikle geçmişte geçen kısımlarda, karakterlerin konuşmaları ve üçüncü şahıs ağzından anlatımın tamamı eski dile ait. Bazı terimleri anlamayabilir ve Google’dan aratmak durumunda kalabilirsiniz. Fakat bu kesinlikle yorucu değil, bilakis esere ve üzerindeki emeğe daha çok saygı duymanızı sağlıyor. Doğal olarak o döneme ait atmosferi de mükemmel bir şekilde pekiştiriyor.

2003 yılında geçen sahnelerde bile, istendiği zaman aynı karanlık ve korku atmosferinin yaratılabildiğini görünce de şaşırmamak elde değil. Yağmurlu bir gece, beklenmedik bir anda çalınan kapı ve kapıyı açınca bir anda üstüne atlayan biri de benzer etkiyi yapıyor. Tabi iş sadece bu tür “korku” öğelerinden ibaret değil. Camın önünde, birbirlerine sarılıp şarap içen bir çift de kendince farklı türde bir atmosferi barındırıyor.

Karakterler

Abdülharis, zaten kitap boyunca çok ince bir şekilde işleniyor. Karakterin gelişimi parça parça, herhangi bir kesintiye uğramadan mükemmel bir şekilde ilerliyor. Okuyucu olarak Abdülharis’in yaydığı güç, korku ve saygınlığı zamanla öyle bir içselleştiriyorsunuz ki böyle bir adamın sadece kurgudan ibaret olamayacağını düşünüyorsunuz.

Asil’de hikayesi ilerlerken kendini sorguluyor ve bazı değişimlere uğruyor. Abdülharis gibi hikayesi çok uzun yıllara değil değil bir kaç aya yayıldığı için o kadar derin olmasa da yine de tam tadında işlenmiş.

Tam bu noktada diğer karakterlere değinmek istiyorum. Özellikle Kurt İbro, harika işlenmiş bir karakter. Zeka ve vahşetin İbro’da olduğu gibi yanyana iyi bir şekilde işlenmesi kolay değildir. Keza Abdülharis’in babası İshak Beg de kendini okuyucuya çok iyi tanıtan bir karakter. Keza, Asil’in sevgilisi Güldem çok tanıdık türde bir genç kız olsa da ufak kişisel farklarına aşina oluyorsunuz.

Fakat kitapta bu kadar yer almayan tüm diğer karakterler de kendilerince tadlarını koruyorlar. Ana hikayede bazı durumları pekiştirmek dışında işlevi olmayan yan karakterler bile kendilerini iyi bir şekilde tanıtıyorlar. Örneğin Asil’in annesi, İsfendiyar Hoca, İzci Tahir, Karakeşiş ile Kızkaçıran ikilisi ve hatta Naime…

Son Söz

Yazıda birden çok belirttiğim üzere Istrancalı Abdülharis Paşa, modern Türk edebiyatı içinde önemli bir yer edineceğe benziyor. Birden çok türü başarılı bir şekilde tek romanda birleştirirken, çok sağlam bir kurgu ve atmosferi de yanında getiriyor.

Aslen bir tarihçi ve özellikle de Anadolu korku söylenceleri uzmanı olan yazar Mehmet Berk Yaltırık, kitabında bu bilgilerini sonuna kadar kullanıyor ve okuyucunun da bunlardan yararlanmasına izin veriyor.

Şahsen çok uzun zamandır bu kadar iyi bir Türk romanı okumadığımı da ayrıca not düşmek isterim.

Bu noktada bir küçük parantez de İthaki Yayınları’na açmak istiyorum. Sitemizde sayısız kitabı tanıtılan ve doğal olarak pek sevdiğimiz İthaki Yayınları, Istancancalı Abdülharis Paşa ile birlikte Pangea kitaplığı isminde bir oluşuma başlıyor. Bu oluşumda, fantastik, bilim kurgu, korku ve polisiye gibi türlere ait modern, Türk eserlere yer verileceği duyuruldu. Istrancalı Abdülharis Paşa da bu oluşumun ilk kitabı. Kitaplığın ikinci eseri de Çiğdem Erkal’a ait olan Uçan Mabet. İhtaki’nin diğer kitapları gibi Pangea adı altındaki bu eserler de mutlaka takip edilmeli ve koleksiyon olarak ilerideki yıllara saklanmalıdır.

Bu yazı, "İthaki Kütüphanesi" adlı yazı dizimizin bir parçasıdır.

Yorumlar