Kitapları ve Filmleri ile Harry Potter Fenomeni- Felsefe Taşı
Her şey, McGonnagall’ın efsunlu ağzından dökülen, “…bir efsane olacak-gelecekte bugün Harry Potter günü olarak anılırsa hiç şaşmam-Harry üstüne kitaplar yazılacak-dünyamızdaki bütün çocuklar onun adını öğrenecek,” sözleri ile başlamıştı. Ne kadar da doğru konuşuyordu. 1997 senesi için ne kadar etkili olacağını öngöremediğimiz bu söz, şu an milyonlarca insanın zihninde yankılanmaya devam ediyor. JK Rowling’in efsane öngörüsü artık bir gerçek ve nesiller boyunca yayılmaya da devam edecek gibi görünüyor. Profesör McGonagall belki üzerine kitaplar yazılacak demişti ama ben eleştiri yazarak o evreni onurlandırmaya çalışacağım. Bütün kitap ve filmleri tek bir yazıya sığdırmak istemediğim için bunun bir yazı dizisinin başlangıcı olduğunu kabul edebilirsiniz. Yazının devamı kitapları okumamış veya filmleri izlememiş olanlar için spoiler içerecektir.
Bu fenomen, Felsefe Taşı ile başlamıştı. Orijinal ismi ile, “Harry Potter and the Sorcerer’s Stone,” dilimize Ülkü Tamer tarafından kazandırıldı. Sadece bu kitapta Ülke Tamer çevirmen koltuğuna oturmuştur. Potter’un maceraları için diğer kitapların çevirmenleri Sevin Okyay ve Kutlukhan Kutlu’nun da ilk kitaba büyük destek verdiğini de dile getirmek lazım. Ayrıca kitabın ilk baskısının bilinenin aksine Yapı Kredi Yayınlarından değil de Dost Kitabevi tarafından basıldığı ve ilk çevirmeninin “Mustafa Bayındır” ismi olduğunu belirtmekte gerekiyor. Sahaflar da belki rastlayacağınız bu baskıyı okuma imkanını buldum ve çeviri olarak gerçekten bir facia olduğunu belirtmem gerekiyor. Zaten kitap, “Büyülü Taş” ismi ile çevrilerek daha isimden sinyal vermeye başlıyor. Muggle’ların “huzur-kaçıranlar” diyerek çevirildiği bir kitaptan bahsediyoruz. O yüzden o kadar da önem verilmemesi gerektiğini belirtmem gerekiyor.
Türkiye’deki yayın macerası boyunca büyük ilgi gördü Harry Potter. Ben ilkokul üçüncü sınıftayken kitabı okumaya başlamıştım. İlkokul öğretmenim, Şeker Portakalı ve Felsefe Taşı’nı bana sunduğunda (ne büyük öğretmenmiş) onlara sıkı sıkı sarıldım. Benim ilk romanlarımdı. İlk seçimim Harry Potter’dan yana olmuştu. Aslında bu seçim bir yerde Realist ve Fantastik dünya arasındaki seçimimi de yansıtması bakımından önemliydi. Ben var olanı değil var edileni tercih etmiştim. Ben olanı taklit etmeyi değil, yoktan var etmeyi seçmiştim. İyi ki de o seçimi yapmıştım. Çünkü Harry Potter sadece bir kitap değil karakterleri ile bana dost; dili ile rehber olacaktı. Lafı daha uzatmadan kitap eleştirisine geçmek istiyorum.
Kitap
Kitabın konusunu yüz milyarıncı kez size hatırlatmak istemiyorum. Artık herkesin bildiği üzere Harry, eniştesi ve teyzesi ile yaşayan yetim bir çocuktu. Sıradan hayatı, ona gelen bazı mektuplarla değişti ve büyücü dünyasının eşsizliği ile tanışmış oldu. Okumayı doğrudan yaptığımızda klasik bir başlangıç hikayesi ancak detaylara indiğimizde çok güçlü anlatımlarla karşılaşıyoruz. İlk romanla daha çok çocukların ilgisini yakalamak isteyen Rowling, bunu tam anlamı ile başarıyor hatta bu konu da bir çok ödülü de topluyor. O yüzden dili de sade, kolay okunur halde. Buna rağmen okuyucusunu hafife almayan zekice bir hikaye. Evet kimi zaman insanın gözüne soka soka bazı şeyleri vurguluyor hatta unutanlara özette geçiyor ama nihayetinde bu hedef kitlesi ile alakalı bir problem. Romanı hangi yaşta okursanız okuyun o yazı okyanusu içinde kaybolacağınız kesin. Rowling’in inanılmaz akıcı bir üslubu var ve sizi sünmüş olay örgüsü veya gereksiz diyaloglarla yormuyor. Doğrudan hedefe yürüyor ve bu sırada karakterleri ile kusursuz bir empati kurdurtuyor.
Kitapta Rowling’in maruz kaldığı sefil hayattan da bir çok esinti var. Harry’nin sefaleti zaten bunun doğrudan bir göstergesi. Bu kitabı okuyacak çocukların bugün eşsiz bir hayal gücü evreni var. Çünkü onlar sihrin mümkün olduğuna inanmış kimseler. Sınırsız düşünmeye açıklar ve dünyayı olduğu gibi kabul etmeyi reddediyorlar. Harry sıradan biri olarak başladığı hayatının gelen mektuplarla değişmesiyle de çok gerçekçi bir değişim yaşıyor. Sonuçta bugün şöhret olan ya da kariyer basamaklarını yükselen kimseler de zamanında gelen mektuplar, telefonlar veya e-maillerle o aşamaya geçtiler. Hayatınız boyunca sizde o mektubu beklemediniz mi? O iş kabulünü, o terfi haberini, o sınavı kazandın yazısını, o kabul edilen vizeyi vs. İşte o mektuplar Harry için kurtuluşu temsil ediyordu. Her ne kadar eniştesi o mektuplara ulaşmasını engellese de -ki onlar da bariz şekilde pesimist olan ancak realist olduğunu iddia eden insanların birer temsiliydiler- Harry, Hagrid’in uğraşları ile o davete ulaşabiliyordu.
Harry’nin büyücü dünyasına yolculuğu başladığında ona eşlik eden bizlerdik. Gerçek dünyada açıklanamayan bazı olayları sihirle açıklamayı tercih eden Rowling, her satırında sevginin gücüne dair yerinde tespitler yapıyordu. Karakterlere yüklediği misyonlar kitabın katmanlarının oluşmasına yardımcı oluyordu. Ron ve Weasley ailesi ile fakir ama mutlu bir portre yaratırken, Hermione ile mücadeleci güçlü kadın portresini (bir yerde kendi alter egosunu) hikayesine yediriyordu. Öteki tarafta Hagrid gibi koca yürekli bir insan ile insanları dış görünüşleri ile yargılamamalıyız mesajını verirken, yanlış anlaşılmış bazı karakterle de, (başta Snape olmak üzere) önce insanları tanımamız gerektiği fikrini aşılamayı amaçlıyordu. En yukarıda duran Dumbledore ise adeta bir tanrı figürüydü.
Her büyük hikayenin bir kahraman, ondan öte bir mentora yani akıl hocasına ihtiyacı vardı. Burada bu rolü üstlenen kişi Dumbledore’du. Sıklıkla Gandalf ile kıyaslanan Dumbledore’un aslında gayet düz bir formül sonucu ortaya çıktığını dile getirmek lazım. Joseph Campbell’ın “Hero’s Journey,” veya dilimize çevirilmiş hali ile, “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu,” kitabında belirttiği üzere destansı hikayelerin takip ettiği bazı ortak noktalar vardı. 12 adımda durumu özetleyen Campbell için, “Meeting with Mentor,” yani Akıl Hocası ile tanışma evresi olmazsa olmazdı. İşte Dumbledore burada devreye giriyordu. O, Harry ve bizlere akıl hocası olmak ve bu evreni detaylandırmak için oradaydı. O sevgiyle sarıldığımız dedemiz gibiydi. Tecrübeliydi ve olacakları görebilme yeteneği vardı. En az Gandalf veya Obi-Wan Kenobi kadar önemli bir mentordu ve biz de onun öğrencileri olacaktık.
Kitaba ismini veren Felsefe Taşı mevzusu ise bilinen bir efsaneye dayanıyordu. İngiliz mitolojisinde de önemli bir yeri olan felsefe taşı, gerçekten insanlar tarafından aranmış, yaratılmaya çalışılmış bir şey olarak tarihimizde de yer almaktaydı. Rowling o efsaneyi alıp, kitabında gerçek kılmıştı. Elbette burada Paul Coelho’nun “Simyacı,” kitabından da bir hayli esinlendiğini söylemek gerekiyor. Zaten Harry karakterinin kişisel macerası da felsefe taşında son buluyordu ve bu arayış tıpkı Simyacı da olduğu gibi bir nesneye sahip olmakla değil, bir felsefeyi anlamakla bitiyordu.