Kitapları Okumuş Birisinin Gözünden Açlık Oyunları Serisi
Tüm dünyada büyük yankı uyandıran, uğruna sayfalarca yazılar yazılan ve büyük hayran kitleleriyle herkesi şaşkına çeviren Harry Potter ve Twilight, bitiş düdüğünü çalmışken beyaz perde yepyeni bir gençlik fenomeni arayışı içindeydi. En sonunda Lionsgate, Yazar Suzanne Collins’in olaylı kitap serisi “Açlık Oyunlarını” beyaz perdeye aktardı. Kaushun Takami’nin Battle Royale adlı kitabı ile oldukça benzer ögeler taşıyan seri, son kitapla beraber kimliğine bürünüp şık bir veda yapmıştı. 23 Mart 2012 ise kuşkusuz bir sinema fenomeninin başlangıcıydı. ”Tüm Dünya İzleyecek” sloganıyla çıkış yapan film, bütçesinin misliyle gişe rakamlarına ulaşmış ve akabinde büyük bir fenomene dönüşmüştü. 78 Milyon Dolara çekilen ilk film gişede tam 694 Milyon Dolar elde etmişti! İşte bu fenomen son filmiyle bitiş düdüğünü çaldı. Görkemli başlangıcı ve inişli çıkışlı ilerleyen gişe performansıyla bir seriyi daha noktaladık. Peki seriyi bitirmişken, geriye dönüp hafızaları tazelemek ve kitaplar ve filmler arasındaki farkları incelemeye ne dersiniz? İşte büyük finale yakışır bir şekilde detaylıca ”Kitabı Okuyan Birinin Gözünden Açlık Oyunları Serisi”
The Hunger Games (Açlık Oyunları) – Oyunlar başlıyor…
Serinin ilk filminin yönetmenlik koltuğunda Gary Ross oturuyordu. Ross, kitaba tam anlamıyla sadık olmayan, hatta hikayedeki bazı kilit noktaları çıkaran bir iş ortaya koydu. Kitapta oldukça önemli bir yere sahip olan ve Katniss’e Alaycı Kuş iğnesini veren belediye başkanının kızı Madge filmde yer almıyordu. Kendisi bu iğneyi Katniss oyunlara gitmeden önce ona vermişti ve iğnenin siyasi ve manevi anlamı da Madge üzerinden işlenmişti. Serinin diğer kitaplarında da Madge karakterinden bahsedilmesiyle beraber Gary Ross esasında çok büyük hata yapmış oldu. Aynı şekilde ilk kitapta isyan ve devrimde önemli bir yere de sahip olan Hob (kaçak olarak eşya/yiyecek satan bir pazar) çok detaylı işlenemedi. Bunun yerine Hob, Katniss’in Alaycı Kuş iğnesini tesadüfen bulduğu bir mekana dönüştü. Tüm bunlara rağmense Ross, kitabın karanlık ve distopik yönünü oldukça iyi yansıttı. Ama yaptığı en doğru şeyse oyuncu tercihleriydi. Jennifer Lawrence sinemada çok önemli bir yere geldi. Filmlerin aranan yüzü oldu. Tüm bunlarla beraberse Gary, seriye görkemli bir başlangıç yaptı.
İlk filmin kitapla olan en büyük eksiği işe kuşkusuz teknik kısımlardı. Kostüm tasarımları, efektler ve elbette mekanlar kitaba göre oldukça zayıf kalmıştı. Capitol, büyük bir ihtişamla resmedilmemiş, Katniss ve Peeta’nın geçit törenindeki kostümleri oldukça ucuza gelmiş ve en nihayetinde bunlar filmin ”kötü görsel efekt” kategorisinde yer almasına neden olmuştu. Ama tüm bunların sebebinin filmin düşük bütçesi olduğunu da unutmayalım.
Arena kısmı ilk film için çok önemliydi, çoğu insan bunu filmde doğru işlenemediğini düşündü. Çünkü filmdeki “Açlık” pek belli değildi, üstelik oyunların şiddet dolu yüzü tam anlamıyla yansıtılamadı. Cato, Marvel ve Rue gibi önemli haraçların işlenişi ise iyiydi ancak kitaba göre bu karakterlerin vahşeti maalesef yetersiz kaldı. Peeta & Katniss arasındaki ilişki ise belki de kitaptakinden çok daha aşırıya kaçarak işlendi. Kitap, Katniss’i genel anlamda bir savaşçı olarak çizerken film, Peeta ile olan aşkına daha çok yer verdi. Elbette sebebi belli; ”genç kız seyirciler.”
Genel olarak bakıldığında ise kitabın ruhunu veren ancak olaylar bazında zayıf bir uyarlamaydı Açlık Oyunları.
Catching Fire (Ateşi Yakalamak) – İsyana Adım Adım, Alevler Yükseliyor!
Gary Ross sonrası yönetmenlik koltuğuna Francis Lawrence oturdu. Kendisi, I Am Legend ile yakaladığı ”Dünyada Tek Kalan Adam” temasını Katniss’e başarılı bir şekilde aktarmıştı. Katniss, belki de tüm seri içinde duygularını en iyi bu filmde belli etmişti. Nefreti, isyanı ve elbette Peetaya olan ”dozunda” aşkı filmde oldukça iyi yansıtılmıştı.
Catching Fire daha ilk saniyesinde kitapla olan bağını çok iyi belli etmişti. Katniss ve Başkan Snow’un filmin başında yaptıkları konuşma hiçbir ekleme/çıkarma yapılmadan direkt olarak kitaptan alınmaydı. Esere oldukça sadık, diyaloglar tamamen kitaptan alınma ve her anıyla parlayan bir filmdi. Önceki filmin getirdiği gişe başarısıyla kostümlerin kalitesi artmış ve karşımıza çıkan yepyeni arenanın görsel efektleri de oldukça tatmin edici olmuştu. Arena demişken, bu sefer karşımızda bir ada var ve tam ortasında da bir saat görevi gören Cornucopia duruyor (Altın Boynuz). Kitapta belirli aralıklarla adada gözüken saldırılar (Maymun saldırıları, dev dalgalar, kan yağmuru, kuşlar, ölümcül sis ve yıldırım) filmde de kitaptaki sırasıyla yer buluyor. Yeni filmle beraber seriye dahil olan karakterler vardı. Bu sefer oyunlar galipler arasında yapılacaktı ve hepsi de büyük insanlardı, bu da filme pozitif yansıdı. Daha iyi ve profesyonel oyuncular filme iyi bir enerji verdi. Beete, Finnick, Johanna, Mags ve küçük de olsa gözüken Annie filmin parlamasını sağlamıştı.
Karakter bakımından Johanna belki de en iyi işlenen kişiydi. Onun vahşi ve feminist yanı filmde dört dörtlük bir hal aldı. Ancak aynı şeyi Finnick için söylemek biraz zor. Finnick, Panem’i kasıp kavuran bir seks objesi ve bu tema onun ana hayatını temsil ediyor. Ne yazık ki filmde bu kısım çok iyi anlatılmamış hatta geçit töreni giysisi kitapta tasvir edildiği kadar çıplak değil kapalı olmuştu.
Catching Fire kitaba o kadar bağlıydı ki bir ara filmin çok uzun sürdüğünü düşünüp filmden sıkılmıştım. Cidden. Bazı anlarda kitaptaki diyalogları aynen filme aktaran yönetmen iyi mi yaptı yoksa kötü mü bilmiyorum. Ama şu bir gerçek, kitabı okuyup hayal ettiğiniz şeylerin seride en iyi işlendiği film Catching Fire olmuştu.