Periler mi Oyun Oynuyor Bana, Yoksa Kendi Zihnim mi: Tepedeki Ev
-
Özge Nur Küskün
- Kitap
- 24 Ocak 2016
“Burası Tepedeki Ev… Burada her şey biraz çarpık, biraz tuhaf. Burası tekin bir yer değil.”
Benim gibi okuma listeleri yapan her edebiyatseverin mutlaka listesinin başlarına yazdığı, ama her nedense bir türlü edinemeyip okumayı geciktirdiği yazarlar vardır. Stephen King’den Neil Gaiman’a, günümüzün korku edebiyatında başarılı birçok ismini derinden etkilemiş olan Shirley Jackson, benim için bu yazarlardan biriydi. Nihayet, çok sevdiğim Siren Yayınları’ndan çıkan Tepedeki Ev’i (The Haunting of Hill House) edindim ve adeta şimdiye dek kaybettiğim zamanı telafi etmek istercesine hızla ve soluk soluğa okudum.
Öncelikle, birçok yazara ilham kaynağı olmuş, söz konusu eseriyle modern perili ev hikâyelerini etkilemiş ve birçok alanda uyarlamaları yapılmış böyle bir kitabın yazarı olan Shirley Jackson’ı biraz tanıtma gereği duyuyorum. Çünkü kendisi, ciddi anlamda değeri bilinememiş bir yazar. 1916’da San Fransisco’da başlayan yaşamı, 1965 senesinde sona ermiş ve ardında onlarca kısa hikâye, altı roman, çocuk romanları ve bir çocuk oyunu bırakmış, kırk sekiz senelik kısacık hayatını edebi anlamda oldukça verimli geçirmiştir. Shirley (evet, kendisine karşı inanılmaz bir yakınlık duyduğum, dupduru anlatımını ve esprili dilini çok sevdiğim ve aynı dönemlerde, dünyanın aynı yerlerinde yaşamış olsaydık mutlaka karşıma alıp – o pek istemese de – oturup konuşmak ve arkadaş olmak isteyeceğim bir kadın olduğu için ona ilk ismiyle hitap edeceğim) Rochester Üniversitesi’nden mezun oluyor ve yüksek lisansını tamamladığı Syracuse Üniversitesi’nde edebiyat dergilerinde yazmaya başlıyor. Eleştirmen olan eşi Stanley Edgar Hyman’la da burada tanışıyor. İlk romanı The Road Through the Wall 1948 senesinde yayımlanıyor. Aynı sene, tartışmalı The Lottery (Piyango) adlı hikâyesi The New Yorker’da yayımlanıyor. 1951’de yayımlanan romanı Hangsaman ve kısa hikâyesi The Missing Girl’ü, 18 yaşında Bennington College’da gizemli bir şekilde kaybolan bir genç kızdan esinlenerek kaleme alıyor. 1959 senesinde yazdığı ve 20. yüzyılın en iyi hayalet hikâyelerinden biri olarak ünlenen Tepedeki Ev ise kendisine ciddi anlamda bir başarı ve bir de National Book Award finalistliği getiriyor. Shirley 1965 senesinde uykusunda, kalp yetmezliğinden ölüyor ve ardında, cadılık ve okültizmle uğraştığıyla ilgili söylentileri bırakıyor. Ancak öldüğünde aşırı kilolu olan, çok fazla sigara içen ve mustarip olduğu birçok psikolojik rahatsızlık nedeniyle çeşitli ilaçlar kullanan Shirley’nin ölümüne esas davetiye çıkaran sebeplerin açıkça ortada olduğunu düşünüyorum ben. Elbette yazınını etkileyecek ve besleyecek başka alanlarla uğraşmış olması kadar doğal bir şey de olamaz.
Shirley’yi size iyice tanıtmak istedim, çünkü böyle bir yazarı okumadan geçmeniz riskini göze alamazdım. Onun karanlık ve nevrotik olduğu kadar hızlı çalışan, esprili zihin dünyasına bir kez girip anlatımının tadına vardığınızda zaten bambaşka bir deneyim yaşadığınızı anlıyorsunuz.
Gelelim söz konusu esere: Tepedeki Ev, birçoğumuzun seyrettiği ya da belki vasat bir korku filmi diyerek ötelediğimiz 1999 yapımı Catherine Zeta-Jones, Liam Neeson ve Owen Wilson’lı kadrosuyla hatırlayacağımız The Haunting filminin ilham aldığı eser. Bir de, aynı isme sahip çok daha aslına sadık bir 1963 uyarlaması var. Bunun yanı sıra Stephen King’in televizyon için yazmış olduğu mini-dizi Rose Red de Tepedeki Ev’den esinlenmiş. Şahsen ben, ergenlik dönemi kâbuslarımdan biri olan Rose Red’in Tepedeki Ev’le bağlantısını bilmiyordum ve okurken bunun şaşkınlığını yaşadım. Zaten King, yaşayan ev (yaşayan, nefes alan,hayattakilerle bir şekilde bağ kurmaya çalışan yapı) konusunu The Shining ve Bag of Bones gibi eserlerinde de kullanmıştır ve bunu pek sever ama Rose Red konusunda pek bir yerde direkt olarak Tepedeki Ev’e bir atıf göremediğim için (sadece Wikipedia’da Tv uyarlaması olarak Rose Red geçiyor ve King bu eserden ilham aldığını söylüyor) duruma kendimce biraz tepki bile verdim en başta. Evet, okurken siz de şaşırmayın, hikâyeler cidden fazlaca benzeşiyor. Gerçi ilerleyişler oldukça farklı ama King’in ciddi bir Shirley hayranı olduğunu bilmek durumu kurtarıyor.