Savaşan Devletler Dönemi, Yeniden: Kralların Merhameti
-
Zülfikar Yamaç
- Kitap
- 4 Nisan 2016
Direk konuya gireceğim, Kralların Merhameti’nin çıkacağı haberini aldığım zaman kesin okumam gerekenler listesindeki en üst sırayı aldı. Uzakdoğu fantastik edebiyatı bize ne yazık ki biraz yabancı bir tür ve böylesine iddialı bir kitabı -Nebula Ödülü Adayı- okumamak olmazdı. İthaki Yayınları’nın bu konuda iyi çalıştığını söylemek gerekir. Batılı yazarların ellerinde görmeye alışık olduğumuz İpek Yolu’nun doğudaki son durağından güzel bir örnekle okurun karşısına çıktılar. Kitap adeta türe yeni bir soluk getirme çabasında diyebiliriz. Zaten adı üstünde; Silkpunk.
İpek çılgınlığı diye dilimize çevirdiğimizde pek de sırıtmayacağını düşündüğümüz bu terim bu kitap ile doğmuş. Daha evvel üzerinde konuştuğumuz Üç Cisim Problemi adlı bilimkurgu kitabını İngilizce’ye çeviren Ken Liu yarattığı dünya için bu terimi uygun görmüş. Daha evvel En İyi Öykü dalında Hugo ve Nebula Ödülleri kazanan yazarın neden böyle bir isim tercih ettiği kitabı okumaya başladığımız ilk bölümde ortaya çıkıyor.
Konuya giriş yapmadan evvel kitaptan çok beğendiğim bir sözü alıntı yapmak isterim:
“Tüm yaşam bir deneydir.”
Eski bir Ano atasözü. Haklılık payı var.
Karahindiba ve Kasımpatı
Bir arada yaşamayı öğrenene kadar uzun yıllar savaş vermiş olan Dara adaları sakinleri sonunda ateşkes ilan ederek yedi ülkeye ayrılır. Kendilerine tanrılar tarafından verilen isimle Tiro devletleri, her biri farklı alanlarda gelişim göstererek uzun süre birlikte iyi kötü geçinirler. Misal Haan Devleti bilime ve felsefeye önem verirken Cocru ve Faça gibi ülkeler savaşçı tutumlar sergiler. Kimisi de Amu gibi sanatsal güzellik uğruna harcar zamanını. Ancak diğer ülkelere nazaran daha geri planda kalan, adeta dışlanan Xana, bu duruma daha fazla tahammül etmek yerine barış dönemini sonlandırmaya karar verir ve diğer altı ulusa savaş açar. Uzun süren yılların ardından bir hayal gerçek olur ve bütün Tiro devletleri tek bir bayrak altında ve tek bir hükümdar altında toplanır: Xana ve İmparator Mapidere.
Bir hayal gerçek olurken, diğer taraftan yüz binlerce insan hayatını bu uğurda kaybeder. Yetim kalan çocuklar ve yarım kalan aileler madalyonun diğer yüzüne işaret eder; bir tarafta imparator ve saray erkanı bolluk bereket içinde yüzerken diğer tarafta halk bir parça yiyecek bile bulamaz, angarya işler yüzünden ölüden beter hale gelir. Tüm bunlar yaşanırken hükümdarlığının yirmi üçüncü yılının sonunda İmparator Mapidere, her normal insan gibi ölümle tanışır ve Xana tahtı bir çocuğun ellerine kalır. Yeni imparator ile birlikte ülkede hayat şartları hiç olmadığı kadar dayanılmaz hale gelir. Tanrılar -her ulusun bir tane olmak üzere- bu duruma daha fazla “müsamaha” göstermez ve ezilen, yok sayılan halk isyan bayrağını dalgalandırmaya karar verir.
İlk zamanlar imparatorun vatandaşların stres atmak için kendi aralarında oynadığı savaş oyunu olarak yorumladığı isyan ateşi zamanla yayılarak imparatorluğun her yanını tutuşturur. Saray hayatı ve entrikalarına boğazına kadar batan İmparator Erishi daha fark etmeden Xana’da güç dengesi değişmeye başlar. Bütün bu kaos ve ölüm arenasında iki kişi adeta güneşli bir günde yağan yağmur sonrası gökkuşağı gibi parlar. Yaşamının çoğunu ayyaş, ipsiz sapsız bir serseri olarak geçiren Zudili Kuni Garu ve atalarının savaşçı geleneklerine sonuna kadar bağlı, geçmişin intikamını almaya ant içmiş, savaşçı tanrılara yaraşır heybetiyle Cocrulu Mata Zyndu.
Biri kasımpatı diğeri karahindiba. İsyan ateşinin yandığı ovalarda açıp, oradan oraya savrulan, savaş oyununda kendilerine düşeni yapmak üzere tanrıları tarafından seçilmiş iki kişi.