Azul ve Sagrada: Giriş Seviyesi Oyunlar Üzerine
Geçtiğimiz sene, biraz da Patchwork ve Kingdomino’nun başarısının da katkısıyla board game buluşmalarına iki yeni misafir eklendi: Azul ve Sagrada. Yine soyut birer tile yerleştirme (aslında bu türe “pattern building” deniyor, yani doku oluşturma) oyunu olan iki oyun, hem mekanik, hem de tematik olarak birbirine çok benziyor. Tabii ki oyuncular da hangisinin daha iyi olduğunu tartışır oldular. Giriş seviyesi oldukları için oynanabilirliği yüksek olan bu oyunların ikisini de bir yazıda tanıtarak kıyaslamak ve fırsat bu fırsat, genel olarak bu seviyedeki oyunlara biraz değinmek istiyorum. Öncelikle Azul’dan başlayacağım.
Azul: Portekiz’in Saray Duvarları
Patchwork’te nasıl bir terzi isek, Azul’da da her birimiz birer seramik ustasıyız. Görevimiz, kralın sarayının duvarlarına seramik döşemek ama oyunun tematik yönü, güzel görselliğine bir bahane olmaktan öteye gitmiyor. Asıl amacımız; ortada her tur açılan seramikleri ilginç bir drafting mekaniği ile toplamak ve kendi duvarımıza dizmek. Bu drafting mekaniğinden kısaca bahsetmek gerek, zira oyunu Sagrada’dan ayıran drafting’teki fark. Azul’da, oyuncu sayısına oranlı sayıda vitrine torbadan rastgele 5 çeşit seramikten 4’er tane koyuluyor. Örneğin 4 oyuncu oynuyorsa 9 vitrin var, her birinde rastgele dörder seramik var. Siz aynı anda bir vitrinden bir çeşit seramik alabiliyorsunuz (bazen bir vitrinde tek çeşitten 3 tane olabiliyor, o durumda hepsini birden alıyorsunuz), almadıklarınız ise ortaya düşüyor. Bu orta alanı ben bir outlet mağazası gibi düşündüm. Ortadan seramik alırken de yine bir çeşidin hepsini almalısınız.
Yalnız aldığınız seramikleri derhal duvarınıza dizmeniz lazım. 5×5 karodan oluşan duvarınızda üst satırlara sadece bir seramik harcayarak dizim yapabilirken, alt sıralara ilerledikçe bu sayı birer artıyor. Her dizdiğiniz seramik kendi başına sadece bir puan verirken, yatayda ve dikeyde değdikleri daha önceden dizilmiş seramikleri de tekrardan skorluyorlar. Yani ünlü oyun Scrabble gibi, tek fark, her harf 1 puan. Genel olarak birbiri ile kopuk olmayan şekilde en fazla seramiği dizmek iyi puan veriyor ama bir de her seferinde hem yatay, hem de dikey olarak skorlarsanız çok yüksek skorlara ulaşıyorsunuz.
Ama işte bu basitliği engelleyen iki önemli faktör var. Birisi şans faktörü, istediğiniz seramikler o el gelmeyebiliyor. İkincisi de sizden önceki oyuncular ne istediğinizi sezerse, sizden önce kapabiliyor. A planınız güme giderse bir B planınız olsa iyi olur, zira her el mutlaka seramik almak zorundasınız ve aldığınız ama duvarınıza dizmek istemediğiniz her seramik eksi puan olarak hanenize işleniyor.
Biraz Dikkat, Biraz da Dört İşlem
Oyunda bir oyuncu bir yatay dizi tamamladığında oyun bitiyor. Oyun sırasında kazandığınız puanların yanına, satır, sütun ve renk tamamlama da bonus puanlar veriyor. Azul stratejik bir yaratıcılıktan ziyade, uzmanlaşma isteyen bir oyun. Oyuna yeterince hakim olduğunuzda, diğer oyuncuların ihtiyacı olan seramikleri de bloke ederek kendinizi zirveye taşıyabiliyorsunuz. Gördüğünüz gibi Azul oldukça basit bir oyun ama giriş seviyesi tabir edilen oyunlar arasında Splendor‘ın popülaritesini şimdiden yakalamış gibi görünüyor. Ayrıca kuralların basitliği sizi yanıltmasın, dört işlem ve basit geometri kavramlarına uzak oyuncuların uzmanlaşması yine de vakit alacaktır.
Azul’un drafting hariç tüm mekaniklerinin değiştirilmiş (ve komplikeleşmiş) olduğu yeni bir versiyonu olan Azul: Stained Glass of Sintra da bu ay piyasaya sürüldü. Kurallarını okuduğum kadarıyla bana daha çok hitap eden bir oyun olmuş ama artık giriş seviyesi sayılmaz. Ayrıca bu versiyon tuhaf biçimde Sagrada’yı daha da çok andırıyor.
Sagrada: Barselona’da Kilise Vitrayları
Sagrada’da ise Azul’dan pek de farklı olmayan biçimde bu sefer seramik değil, cam diziyorsunuz. Benzer bir tur sekansıyla işleyen oyunda, bu sefer 5 farklı renkteki altı yüzlü zarlar atılıyor ve her oyuncu birer birer bunları draft edip önündeki tahtaya diziyor. Göreceğiniz üzere daha sıradan bir draft mekaniğine sahip olan Sagrada’yı ise şenlendiren durum, önünüzdeki tahtaların tamamının birbirinden farklı olması. Bu tahtalar belirli karelerde bazı renk ve rakamları şart koşuyorlar. Ayrıca aynı renk ya da aynı rakamı yan yana koyamama kuralı da oyununuzu kısıtlıyor.
Her oyun başladığında her oyuncuya birer tane gizli renk veriliyor ki bu renkten yerleştirilen zarlar oyun sonunda bolca puan kazandırıyor. Ayrıca da her oyuncuyu etkileyen 3 rastgele hedef kartı açılıyor ve bu kartlardaki şartları yerine getirenler de ek puan kazanıyor.
Rastgelelik Üzerinden Gelen Dinamizm
Oyunda seçebileceğiniz tahtaların tamamı birbirinden farklı ve aynı zorluk seviyesinde de değiller. Daha zor tahtalar yanında daha fazla boncukla geliyor ve bu boncuklar oyun sırasında zarları manipüle edebilen araçları kullanmak için harcanabiliyor.
Sagrada, kuralları daha kompleks olmasına rağmen stratejik derinlik açısından pek fazla seçenek sunmayan bir oyun. Açılan hedefler ve tahtanız ne emrediyorsa onu yapıyor, bir de ekstradan diğer oyuncuların ihtiyacı olabilecek zarları onlara bırakmamaya çalışıyorsunuz. Azul’dan farklı olarak sunduğu, açılan hedef ve araç kartları üzerinden bir çeşitlilik var ve ne olursa olsun oyundaki şans faktörü kontrol edilebilir düzeyde kalıyor ve keyifli bir deneyim sunuyor ama bu çeşitlilik günün sonunda oyunu sandığınız kadar tekrar oynanabilir kılmıyor. Yani çapraz dizmeyle 1’den 6’ya set yapma kuralları beraber açık olunca oyun yeni bir heyecan sunmuyor, sadece o sefer ne açıksa ona dikkat ediyorsunuz.
Azul ve Sagrada her anlamda benzer dinamikler ve benzer hissiyatlar sunuyorlar. Her ikisi de, konsept ile aşinaysanız ilk oynamada dahi bocalamayacağınız, 3-5 oynama sonrasında da uzmanlaşacağınız oyunlar. Bence her ikisi de averajın üzerinde oynanabilirliği olan oyunlar ama Azul, kurallarının daha basit olması ile de, zevk olarak da bir adım önde. Ama yine de bence her ikisi de yarattıkları sansasyonun yarısını bile hakedecek başucu oyunları değiller. Neden mi böyle düşünüyorum?
Dur! Sadece Giriş Seviyesi Oyunlar Girebilir!
1980 ve 90’lı yıllarda hepimizin oynadığı Risk, Monopoly, Kızma Birader, Scrabble, Tabu vb. eski ve popüler oyunların dışında her kutu oyuncusunun bu hobiye giriş yaptığı birer “modern kutu oyunu” vardır. Benim için bu oyun Puerto Rico idi. Aslında kuralları basit olmayan, uzmanlaşması ise aylar sürebilen bu oyuna ben ilk görüşte aşık olmuştum. Oyun bende sadece ufuk açılması etkisi yapmamış, diğer oyunları keşfetme isteği uyandırmıştı. On yıl öncenin klasiklerinden Puerto Rico, Power Grid, Agricola, Caylus ve Through the Ages gibi oyunlarla bu hobiye giriş yapan pek çok insanın da ilk deneyimi benzerdir.
Ancak nedense son on yılda bir “giriş seviyesi oyun” furyası başladı ki bunu özellikle dünyanın en prestijli kutu oyunu ödülü olan Spiel des Jahres jürisi pompalıyor. Artık hobiyi merak eden oyuncunun önünden strateji gereksinimi olan oyunlar çekiliyor; sanki “dur bakalım, sen anlamazsın şimdi” dercesine dört işlemden ibaret, Splendor gibi, Azul gibi, Kingdomino gibi ultra basit ve soyut oyunlar koyuluyor. Yanlış anlamayın, tüm bu oyunları ben de zaman geçirmek adına zevkle oynuyorum ama bu oyunlar ne bende, ne de yeni başlayanlarda benzer kutu oyunu aşkını doğurmuyor.
Evet gayet iyi farkındayım, ilk kez modern bir kutu oyunu oynayan bazı bireylerin önüne Puerto Rico gibi bir oyun koyduğunuzda onları kaybediyorsunuz ama sorun şu: Aynı oyuncunun ilk karşılaştığı oyun Azul olduğunda ve bocalamadan oynadığında bir kaç ay sonra orta/ağır Euro oynayabilecek hale gelmiyor. Tam tersine, aslında hobiye uygun kafa yapısındaki pek çok insanın önüne fazla düşündürmeyen oyunlar koyarak onlara “çok da matah bir durum yok” mesajı vermiş oluyoruz. Bence, çizgi romana merak salmış birisinin önüne nasıl ki ürkmesin diye Cin Ali koymuyorsak, kutu oyununa meraklı bireylere de kapıyı aşırı sade oyunlarla açmamalıyız. Merak ediyorsa bırak Puerto Rico oynasın, dönerse senindir, dönmezse zaten…
Sonuç…
Velhasıl kelam, bu yazıyı bu noktaya kadar okuduysanız ve 8 yaşlarında zekasını geliştirmek istediğiniz bir evlat ya da yeğeniniz de yoksa, Azul’un da, Sagrada’nın da, hoşça zaman öldürtmekten öte bir numarası yok. Siz kutu oyunlarına gönül verenler, içten içe gayet iyi biliyorsunuz ki bu hobiyi tanıtmak istediğiniz eşiniz ya da arkadaşlarınızın hevesi yoksa bir kere −oynattığınız oyun ne kadar basit olursa olsun− ürkmesinler diye habire onlara yardım edecek, hatta bilerek yenilecek, sonra da yalandan gülücüklerle “çok iyi gateway oyun ya” diye sevmiş taklidi yapacaksınız. Kabul edin, buna ihtiyacınız yok. Onlarla da illa oyun oynayacaksanız, Dixit, Tabu, Resistance gibi keyifli sosyal oyunları oynayın; kimse üzülmesin.