Chris Cornell – Aşk İntihar Gibiydi
Bir devir kapandı. Chris Cornell, Soundgarden ve Audioslave’in karizmatik solisti olmaktan öte, önemli bir besteci ve 90’lara damgasını vuran Seattle müzik sahnesinin bağlayıcı unsuru olan adam, 17 Mayıs 2017 gecesi, Soundgarden konserinin çıkışında, kaldığı otele dönüp yaşamına son verdi. Bugüne kadar sesini duymaya en alışık olduğum ve bu sene yeni albüm beklediğim bu adam, 33 yıllık kariyeri ile birlikte, yıllardır çizmekte olduğu mutlu aile tablosuna da noktayı koydu.
Gerçek şu ki, bir Seattle müzisyeni için intihar, alışılmadık bir son değil. Ama Cornell’i iyi kötü takip edenlerin şok olmasının bir nedeni var. Soundgarden ve Audioslave’in yanı sıra başlı başına bir ağıt niteliğindeki Temple of the Dog projesinde de, yaşam ve ölüm üzerine pek çok şarkı yazmış olan Cornell’in hatırı sayılır sayıda arkadaşı, erken yaşında ya intihar etmiş, ya da aşırı dozdan ölmüştü. Çoğu Seattle ve L.A. müzisyenleri olan bu isimler arasında pek popüler isimler de vardı: Andy Wood, Jeff Buckley, Layne Staley, Shannon Hoon ve tabii ki Kurt Cobain gibi Cornell’in gayet yakın çevresindeki pek çok vokalist yarı ömürlerini göremezken, Cornell ile bir avuç arkadaşı bu eşiği geçmeyi başarmış görünüyordu. Elbette aradaki farklardan biri, bu az sayıda insanın alkol ve uyuşturucu ile savaşabilmiş olmasıydı. Bununla birlikte kendi kimlikleriyle de.
Öyle ya, söz konusu insanlardan biriyseniz, hem popülersiniz, hem son derece yakışıklısınız, hem de nefis besteler yapma kabiliyetiniz var. Hele bir de adınız Chris Cornell ise, rock tarihinin en iyi sesleri arasında gösteriliyorsunuz. Egonuzun şişmemesi için hiçbir sebep yok. Yine de baktığımızda, Cornell de dahil tüm bu isimlerin gayet narin, düşünceli, ağır başlı ve kırılgan insanlar olduğu söylenir. Bu durum, kendilerinden önce gelen hard rock, heavy metal ve glam sahnesinin tam tersidir. Belki de Seattle merkezli rock akımının en büyük farkı bunun altında yatar. Bir nevi 60’lar akımının ruhani devamı.
Chris Cornell’in hayatının dışarıdan görüntüsüne bakarsak, zaman içinde abartılı bir değişkenlik olduğu yadsınamaz. Bu da onun ömrü boyunca kimlik arayışının bitmemiş olmasından kaynaklı olsa gerek. Yaşamına ve kariyerine bir göz gezdirirsek, bu değişkenliği daha iyi yorumlayabiliriz.
Yağmurdan Kaçarken
1964’te Seattle’da doğan Cornell, oldukça depresif ve asosyal geçen ergenlik yaşlarının başlarında, mahallesindeki tüm çocuklar gibi rock müzik ve uyuşturucuyla tanışır. İçe kapanıklığına uyuşturucular da eklenince ne okuyabilir, ne de arkadaş edinebilir. Bir kaç kez okuldan atıldıktan sonra 16 yaşında topyekün okulu bırakır ve restoranlarda bulaşıkçılık yapmaya başlar.
Tek sevdiği şey müziktir ve çocukluğundan piyano ve gitar ile aşinadır, bu yüzden sürekli yerel grupların ilanlarına bakmaktadır. Pek çok grupta, pek çok ayrı şey çalar. Davul, gitar, vokal ve karışımları. Ama hiç birini beğenmez ve sürekli ayrılır. Bu gruplardan biri olan Shremps’te biraz daha uzun bir süre geçirir ve sonunda 1984’te bu grupta tanıştığı Hiro Yamamoto ve Kim Thayil’le bir grup kurmaya karar verir. Gruba, Seattle’da vakit geçirdikleri parktaki Soundgarden adlı bir enstalasyonun adını verirler.
Bu sıralar Seattle’da kendi müziğini yapan grupların sayısı hızla artmaktadır ve Bruce Pavitt adında pek parası olmayan bir girişimci, bu grupları bir araya getirip duyurmak amacıyla Sub Pop Records’ı kurar. Sonic Youth, Nirvana, Mudhoney, Green River ve Screaming Trees gibi gruplarla birlikte Soundgarden, Sub Pop’un toplama kayıtlarına parçalar verir ve ilk kez bu şekilde dikkat çeker. Sub Pop Soundgarden’la anlaşma imzaladığında ellerinde 30 küsür parçaları vardır ve hepsi birbirinden nefistir. Sub Pop ile 1986 ve 87’de iki EP çıkartırlar. Pavitt parasızlıktan bu albümleri (ve diğer grupların albümlerini) dağıtmak konusunda pek başarılı olamasa da ve California’lı biraz daha büyük bir başka bağımsız plak şirketi olan SST’nin dikkatini çekmeyi başarırlar ve 1988’de ilk uzunçalarları olan Ultramega OK’i çıkarırlar. Böylece bu dönemde Seattle’dan çıkan hem Grammy’lere adaylığını koyan, hem de büyük bir plak şirketiyle (A&M Records) anlaşan ilk grup olurlar. Aslında Seattle müziğinin kapılarını dünyaya açan ilk grup Soundgarden’dır dersek yanlış olmaz.
Soundgarden kariyerinin bundan sonrası, çok üretken ve giderek yükselen bir popülarite ile geçti. MTV’nin de patlama yaptığı bu yıllarda Seattle’dan çıkan malum 4 grup, 1990-96 arasında rock piyasasına yeni bir soluk getirdi ve önemli bir kitleyi de rocker yaptı. Şunu da hatırlamak gerekir ki, 70’ler psikedelik rock’ının ve 80’ler hard rock’ının harmanlanmış bir uzantısı olan, kimileri tarafından “grunge” olarak adlandırılan tarzları (ki özünde aynı şehirden çıkmış olması hariç müzikal anlamda ortak bir noktaları olduğu söylenemez) o dönemde “alternatif rock” olarak adlandırılıyordu, çünkü oldukça yeniydi. Ve o dönemde onlar politikadan, dinden, ölümden, delilikten ve insanların rahatça konuşamadığı her şeyden bahsediyorlardı.
Bu dönemde Cornell, pek çok grupla da iş birliği yaptı. Kayıtları var olan Alice in Chains, Pearl Jam ve Mudhoney üyeleri ve Jeff Buckley’in yanı sıra pek çok diğer müzisyenle de sahne aldı. Sosyal anlamda pek çok problemi olan Cornell, bununla savaşmak istercesine Seattle piyasasını birbirine bağlayan bir yapı taşı halini almıştı.
Bildiğimiz kadarıyla kaybettiği ilk arkadaşı, bir zamanlar aynı odayı paylaştığı Mother Love Bone vokalisti Andrew Wood idi. Aşırı dozdan komaya giren Wood’un ölümü Cornell’i sarsmıştı ama aynı zamanda ciddi bir uyarıcı nitelik de taşıyordu. Onun arkasından bir sürü şarkı yazdı ve SG davulcusu Cameron’un yanısıra Wood’un grup arkadaşları Ament ve Gossard ile genç müzisyenler Mike McCready ve Eddie Vedder ile Temple of the Dog adı altında bir projeye imza attı. Büyük başarı elde eden bu proje, aynı zamanda Pearl Jam’in de temel taşı oldu.
Wood sadece bir başlangıçtı. Bu dönemde Cornell pek çok arkadaşını art arda kaybedecekti. Cornell, tüm bu ölümlerin arkasından en çok yas tutanlardan biri olsa da, belki bir ölçüde bağışıklık da kazanmış görünüyordu. Çok sonraki bir röportajında, herkesin o ya da bu şekilde öldüğünü ama sadece sanatçıların ölümünün dramatize edildiğini söyleyecekti.