Chris Cornell – Aşk İntihar Gibiydi
Şarkılarla Yardım İstemek
Peki, bu kuşağın müzisyenlerini bunca uyuşturucu kullanımına iten şey neydi? Evet kasvetli Seattle’ın sokaklarında torbacıların bolluğu, öteden beri konuşulan bir şeydir ama burada doğan her genç ne uyuşturucu kullanıyor, ne de intihar ediyor. Suçu müzik ya da şöhrette de arayamayız, zira aynı dönemde rock müzikle uğraşan pek çok kişi yaşlanmayı başardı.
Aslında yukarıdaki merhumlara Cornell’i, Pearl Jam vokalisti Eddie Vedder’ı ve Alice in Chains’in Staley’le birlikte frontmanı olan Jerry Cantrell’ı da ekleyin, tümünde ortak bir doku göze çarpıyor. Çocukluklarının oldukça berbat geçmiş olması. Pek çoğunun ailesi boşanmış ya da dağılmış, çocukluklarının büyük bölümünde ilgi görmemişler, öğrenim hayatlarına erkenden son vermişler ve gençliklerini depolarda müzik yaparak kurtarmışlar. Tabii ki bizim orta okul bebesi olduğumuz yaşlarda, onlar alkol ve uyuşturucu ile tanışmışlar.
Bu durum, müzikal kariyerlerinin bu kadar erken başlaması ile birlikte, kırılgan yapılarını da açıklıyor. Ne Cobain, ne Staley, ne Cornell, ne de diğerleri aslında dergi kapaklarındaki kürklü – güneş gözlüklü pozlarının aksine, götü kalkık birer rock star hayatı yaşayıp, su testisi misali bok yoluna gitmediler. Aksine, yakaladıkları popülariteyle bağdaşmayacak derecede yalnız, çaresiz ve ıstıraplı bir şekilde orada oraya sürüklendiler ve çoğu er ya da geç bir yerlerde tek başlarına ölü bulundular.
Başkalarının Dalgaları
Aralarında nispeten uzun yaşayan Cornell üzerinden bir bakalım. Kariyerinin en parlak yıllarında bir rock star hayatı yaşamadı. Müzik yapmaktan başka pek bir hedefi olmadığından kelli, hayatının kendi kontrolünde ilerlediğini söylemek bile imkansız. O sıralar kol kanat gerdiği müzisyen gençlerle takılmayı alışkanlık haline getirmiş olan AIC ve SG menejeri Susan Silver ile henüz 26 yaşındayken evlendi. Müzik ve uyuşturucunun eksik olmadığı evlilikleri, Soundgarden’ın dağılmasıyla (ve menajer-müzisyen ilişkilerinin sona ermesiyle) problemli bir hale geldi. Yıllar sonra bir çocuk sahibi oldular; ama büyümeye başladıklarını hissetmeleriyle kavga etmeye başlamaları bir oldu. Bir kaç yıllık patırtıdan sonra 2002’de ayrıldılar ve 2004’te boşandılar. Bu sırada Audioslave ile kariyerinde ikinci bir pik noktasında (ve daha bir havalı) olan Cornell’in, bekarlığın kaymağını yiyeceği düşünülüyordu ki, tasmasını daha bir yıl öncesinden kaptırmış olduğu ortaya çıktı. Bir başka güçlü karakter olan Yunan asıllı PR’cı Vicky Karayiannis ile evlenir evlenmez iki de çocuk sahibi oldular.
Aslında bu noktadan sonra Cornell’in hayatı daha olumlu bir çizgide ilerlemiş görünüyordu. Uyuşturucuyu ve alkolü bıraktığını açıkladı, 10 yıldır yorgun gelen sesini ciddi anlamda toparladı ve dahası, enerjisi git gide yükseliyordu. O kadar çok turneye çıkmak istiyordu ki Audioslave elemanları ona yetişemiyor, Avrupa ve Asya’da solo konserler veriyordu. Solo kariyeri, Audioslave dağıldıktan sonra ve ikinci Soundgarden dönemi sırasında da devam etti. Bir dönem pop starlığa da soyunan Cornell, gerek çizdiği mutlu aile tablosu, gerek aynı anda pek çok projenin içinde hem sesi, hem yeni besteleriyle yer alması, gerekse sürekli vurguladığı ayık kafası ile görünürde Mick Jagger’ın 2040 şubesi olacak gibiydi.
Ancak ani ölümünden sonra dönüp baktığımızda, öyle görünüyor ki Cornell’in 30 küsür yıllık müzikal kariyerinin bu denli aktif olmasının altında bitmeyen bir arayış yatıyor. Öyle ya, kabul edelim ki Cornell, döneminin her anlamda en yetenekli müzisyenlerinden biri olmasına rağmen, örneğin ölümüyle ölümsüzleşen Cobain kadar devasa bir şöhrete kavuşmadı. Kendi yazdığı şarkılarla iki Grammy kazanıp, pek çok da adaylık koyan Cornell, düz aşk şarkıları ve “cheesy” müzikler yapmadan hatırı sayılır bir fan kitlesi olsa da, ne yaparsa yapsın doyuma ulaşmadı.
Val Kilmer’ın geçen gün attığı dandik görünen tweet belki de her şeyi özetliyor. Kilmer, Cornell’in partilerine geldiğini ve bir köşede sessizce gitarını çalarken, partideki tüm kızları etrafına topladığını söyledi. Böyle bir olayı vardı Cornell’in ama bununla ne yapacağını bilmiyordu; ya da şöyle söyleyeyim, girmeye çalıştığı kalıplara sığmıyor, ama bir Mick Jagger olmak da istemiyordu. Gerçek şu ki, tüm arkadaşları gibi o da “bundan sonrasını” planlamamıştı. Bir hedefi yoktu. Canı rock star hayatı yaşamak istiyor muydu bilemem ama belli ki midesi kaldırmıyordu. Ona ne iyi gelecekti, ne tatmin edecekti bunu bilmiyordu.
Şöyle hızlı bir düşünürsek aklımıza gelecek her şeyi denedi. Hem kendini, hem de çevresindeki müzisyenleri birleştirmeye ve canlı tutmaya gayret etti. Birçok projeye dahil oldu, hayatı ve dini sorguladı, ikinci eşiyle birlikte tekrar dine döndü, çoluk çocuğa karıştı, derneklere yardım etti, konser vermedik ülke bırakmadı, kimi zaman gündemden uzak durup, kimi zamansa magazin sayfalarına kadar girdi. Türlü türlü müzik denedi. Sadece Soundgarden çatısı altında bile psikedelik rock, hard rock, metal ve sınıflandıramayacağımız pek çok şarkı yazdı; solo olarak ise gospelden popa, operadan balladlara kadar kendi sesiyle mümkün olan her tür şarkıyı söyledi. Kullanmadık ne uyuşturucu bıraktı, ne de ilaç. Denemediği tek şey, durmak ve dinlenmek oldu. Sonunda da vücudunun kimyasını bozdu.
İşte bu anlamda, Chris Cornell, 52 yaşında da olsa, çok farklı bir yoldan da gitse, sonunda Staley, Buckley, Cobain ve diğerleriyle tam olarak aynı noktaya vardı. Çocukluğundan beri içinde büyüttüğü duygusal boşluğu asla dolduramadı. Üstünü örtmeye çalışsa da yaptığı müzik, yazdığı sözler, sürekli bu büyük yoksunluktan ve sıkıntıdan bahsetti. Müziği, en azından bizim sevdiğimiz kısmı da bu karanlıktan beslendi şüphesiz; ama en sonunda karanlık onu da yuttu. Belki de gökyüzüne “bana yaşamayı öğret” derken, sıradan bir şarkı söylemiyordu.