Into the Woods: “O Son 40 Dakikayı Çekmeyecektik!”
Bildiğiniz gibi masalseverlerin son birkaç yıldır Hollywood’un elinden çekmediği kalmadı. Aslında masalların yeniden işlenişine kafayı takmaları yeni bir şey değil, hep vardı, ara sıra gayet şirin işler de çıkıyordu ortaya (Özellikle Happily N’ever After, Enchanted gibi). Ama 2011’de ABC’den “Grimm masallarını yeniden yazıyoruz, hiçbir şey bildiğiniz gibi değil!” düsturuyla Once Upon a Time devreye girdi ve başını alıp gitti. Neden?
Çünkü proje, Lost’un yapımcılarından Edward Kitsis ve Adam Horowitz’in imzasını taşıyordu. Lost’un ilk sezonlarında nasıl bir infial yarattığını hatırlarsınız. Aynı senaryo taktiklerini kullandılar, bu kez masalların sunduğu zengin karakter skalasını bir adaya değil, kasabaya hapsettiler ve bölümlerin yarısında bir karakteri seçip onun geçmişini anlattılar. Masallarla da sınırlı kalmayıp işi klasik roman karakterlerine kadar taşıdılar. Eh, bayıldık tabii. O sırada NBC de boş durmadı ve daha karanlık öğelere sahip Grimm‘i ateşledi.
Bu popülarite sonucunda film stüdyoları “O elmadan bize de bir ısırık düşer mi?” mantığıyla arka arkaya “yeniden yorumladıkları” masalları çekip, ünlü aktör ve aktrisleri daha da zengin etme yarışına girdiler. Yalnızca stüdyolar mı? Hayır tabii ki! Masallardaki as roller haliyle prenses ve kraliçe ayarında olunca “Açılın ben de kraliçeyim / prensesim / cadıyım!” demeyen kalmadı, ortalık şahane kostümler giydirilmiş aktrislerle ve onların yanında “vallahi parası için bu işe girdim, aslında burada ne yaptığımı ben de bilmiyorum,” bakışlı krallarla doldu. Mirror Mirror’u izleyip de Sean Bean’in yüz ifadesini görürseniz, bence demek istediğimi anlarsınız.
Tabii bu projelerin çoğu şu önemli detayı unutmuş ya da sallamamıştı; pek tabii ki bir filme Lost’un altyapısını koyamazdınız. Lost altyapısından vazgeçtim, senaryoların çoğu giriş – gelişme – sonuç gibi en basit tekniğe bile uyacak altyapıdan yoksundu. Oynattıkları aktör ve aktrislerin güzelliğine, personasına ve popülaritesine güvenmişler, kalanını da her zamanki gibi alt kültürde popüler olan işlerden sırıklamışlardı (Snow White and the Huntsman’daki gözümüze gözümüze sokulan Mononoke-Hime “esintileri” ya da Lucifer özentisi Maleficent, bakın söyleyince bile deli saçması gibi geliyor kulağa). Sonuç olarak, her defasında “belki öbüründen iyidir” diye para verip, birbirinden boş senaryolarla çekilmiş 2,5 saatlik filmlere maruz kaldık.
Bugünkü konumuz ise; Hollywood masalları yeniden yorumlama silsilesinin son büyük bütçeli prodüksiyonu gibi görünen Into the Woods ve öyle görünmesi o kadar büyük haksızlık ki… Çünkü, Into the Woods aslen 1987’den beri oynanan, Stephen Sondheim imzalı bir Broadway müzikali ve az önce anlattığım skalaya hiç de uymamasından geçtim, çoğunun esin kaynağı olabilir. Adaptasyona ilk bakıldığında müzikalden hiçbir farkı yok; kurgu Rapunzel, Kırmızı Başlıklı Kız, Cinderella ve Jack ve Fasulye Sırığı’ndaki öğelerin karıştırılıp, yapboz gibi tek hikaye şeklinde birleşmesinden oluşuyor, hatta dört karakterin şarkı söylediği girişi bile aynı. “Nasıl yani?” diyenlere hemen hikayenin girişini özet geçeyim:
Evvel zaman içinde, bilmediğimiz bir ülkede bir fırıncı ve karısı yaşıyormuş, en büyük dilekleri bir çocuklarının olmasıymış ama bir türlü gerçekleşmiyormuş. Bir gün, bir cadı belirmiş ve fırıncıyla karısına ve zamanında kendisinin koyduğu bir lanet yüzünden çocuklarının olmadığını söylemiş. Fırıncının babası, hamile karısının canı yeşillik istediği için cadının bahçesinden bir sürü şey çalmış, bunların arasında altı adet sihirli fasulye de varmış. Cadı da haliyle çok kızmış ve bir kızları olduğunda onu almakla kalmamış, ailenin hiçbir ferdinin bir daha ürememesini garanti altına alan bir lanet yapmış. Şimdi de bir iksire ihtiyacı varmış, iksiri oluşturacak malzemelere dokunamadığı için fırıncıyla karısının yardımını istemiş ve bu yardımlarının karşılığında laneti kaldıracağını vadetmiş.
Bu malzemeler; bembeyaz bir inek, altından bir ayakkabı, kan kırmızısı bir pelerin ve mısır kadar sarı saçlarmış. Fırıncı ne yapsın? Bir kız kardeşinin olduğuna şaşırmaya vakit bulamadan, cadının isteklerini yerine getirmek için ormana doğru yola çıkmış. Tam o anda annesinin ormandaki mezarı başında ağlayarak dua eden Cinderella, kurdun pençesine düşen Kırmızı Başlıklı Kız ve beyaz ineğini satmaya götüren Jack’le karşılaşacağını henüz bilmiyormuş.
Evet hepsini anlatacak değilim, merak ediyorsanız gidin izleyin, filmin özellikle ilk yarısı -bence- çok eğlenceli. Hikaye çok hızlı bir tempoyla giriş yapıyor, ama umutlarınızı yükseltmeyin, devam etmeyecek.
Kimler Oynuyor Peki?
Rob Marshall’ın yönettiği filmde Cinderella rolünde bir türlü ısınamadığım Anna Kendrick var, buna mukabil pek sevdiğim ve Devil Wears Prada’dan beri çok yol kat ettiğini düşündüğüm Emily Blunt fırıncının karısına bence çok yakışmış (ki çekimler sırasında hamileymiş). Artık ekol haline gelmiş çapkın yakışıklı prens rolünde yeni Star Trek filmlerinden tanıdığımız Chris Pine, kardeşi diğer prens rolünde ise Billy Magnussen var. Rapunzel’i Diane Kruger’dan daha güzel olup olmadığına bir türlü karar veremediğim ve “keşke şu kızı Once upon a time’daki Elsa yapsalardı” dediğim Mackenzie Mauzy oynuyor.
Kırmızı Başlıklı Kız’ı çeşitli dizilerden aşina olduğumuz Lilla Crawford, fırıncıyı ise özellikle Doctor Who’dan tanıdığımız İngiliz oyuncu James Corden canlandırıyor. Jack’in annesi ise Simpsons ve Corpse Bride gibi animasyonlarda seslendirme yapmış, Ally McBeal’da ekrana gelmiş Tracey Ullman. Bunun dışında, Christine Baranski, Tammy Blanchard ve Lucy Punch Cinderella’nın üvey annesi ve kızkardeşleri rolünde döktürüyorlar.
Meryl Streep, tabii ki cadı rolünde ilahe gibi yükseliyor, filmi kurtarmaya yetmemesi gerçekten çok yazık. Sesinin güzel olduğunu hep biliyorduk zaten (Özellikle Mamma Mia’yı izleyenler), “25 Yıl Sonra Cadı Oldu!” başlıklı haberleri de mutlaka görmüşsünüzdür. 40 yaşına bastığında 3 tane cadı rolü teklifi almış Meryl, ama tarihte ve popüler kültürde cadıların kocakarı gibi yansıtılmasını beğenmediği için kabul etmemiş, biraz da kötü hissetmiş tabii.
Graham Norton Show’da “40 yaşına geldiğimde Hollywood bana cadı rolü teklif etti ve bu beni biraz kızdırdığı için kabul etmedim” diye anlatırken “5 yılda senin için çok şey değişmiş demek ki,” diyen Mark Ruffalo’yu öpüşünü de not düşelim.