Bir Kıyamet Senaryosu Olarak Cep Telefonları: Frekans
“Özümüz deliliktir…”
Ve insanoğlunun hamurundaki en etken madde olan delilik, en ekstrem zamanlarda mutlaka kendini bir şekilde gösterir. Delilik öyle bir bileşendir ki, insanı tüm duygularından arındırdığınızda geriye, onun neden tüm canlılara hükmeden tür olarak kaldığını anlayacağınız şekilde bir tek delilik kalır. Nitekim az sonra bahsi geçecek eserde King’in sözleri de durumu benzer şekilde açıklayacak niteliktedir: “…dünyaya en zekiler, hatta belki en zalimler olduğumuz için değil, en başından beri ormandaki en deli, en katil orospu çocukları olduğumuz için hükmediyoruz.”
Cep (Cell), Stephen King’in 2006 senesinde yayımlanmış olan apokaliptik korku romanı. Cep, Mahşer (The Stand) romanındakine benzer ama onunla kıyaslanamayacak bir şekilde, insanlığı bir virüs gibi etkisi altına alan ve cep telefonlarından yayılan bir frekans sonrası insanların etkilenenler ve etkilenmeyenler olarak ikiye bölündüğü ve kıyasıya bir hayatta kalma mücadelesinin baş gösterdiği bir roman olarak yazarın eserleri arasında kendini gösteriyor. Sonu haricinde oldukça başarılı bir roman olduğunu düşündüğüm ve ilk çıktığında soluksuz bir şekilde, kafamda ardı ardına film sahneleri canlandırarak okuduğum sıralarda tam anlamıyla beyazperdeye uyarlanması için yazılmış olduğundan emin olduğum bu romanın ne zamandır bir uyarlamasını bekliyordum açıkçası. Şimdiye dek beni çok tatmin eden bir uyarlama olmasa da, dahası, uyarlamalardan duyduğum hayal kırıklıklarını uç uca eklesem buradan Maine’e yol olacağını düşünsem de, umudumu kaybetmeksizin bekledim. Hiç de hafife alınmayacak bir King kurgusu, sağlam karakterler ve capcanlı, okurun zihninde sinematografik kareler dönmesine neden olacak sahnelerle umudum tavan yapmıştı açıkçası. İnandım, umut ettim, bekledim. “Vasatın altında bir zombi filmi olmayacak,” dedim. Yine yanıldım.
Aslında senelerdir uyarlanması düşünülen, hatta yönetmen koltuğunda Eli Roth’un oturacağına da kesin gözüyle bakılan bir eserdi Cell. Ancak sanırım Roth, Hostel serisiyle ilgili durumu ve Weinstein Company ile ayrılıklara düşmesi nedeniyle projeden çekildiğini açıklamıştı. Ancak 2012’de John Cusack kadroda yer alacağını duyurduktan, bir de ardından Samuel L. Jackson ismini işittikten sonra, “işte bu ikiliyle ne olsa izlenir” gibi bir düşünce oluştu herkesin kafasında (İkiliyi 1408’den hatırlayanlar bilirler). Senaryoyu kaleme alan kişi de King olunca (kendisinin, el attığı uyarlamalar konusunda pek başarılı olmadığı da aşikârdır ya, neyse) vasatın üstü bir şeyler görebileceğimize ilişkin umutlarımız biraz daha arttı. Kitabın The Mist (Sis) misali açık olan sonu düzenlenmişti ama bu kez düzenleyen kişi Frank Darabont değildi. Her neyse, bekleyelim ve görelim, dedik.
Ve sonunda, Tod Williams yönetmenliğinde, başrollerinde John Cusack, Samuel L. Jackson ve genç yetenek (filme dair en güzel şeylerden biri bu kızcağızın oyunculuğu olabilir) Isabelle Fuhrman’ın yer aldığı bir filmle karşı karşıya kaldık. Gittik, gördük ve pek de şaşırmadık. Film kritiklerince yerden yere vurulan ve IMDB’de an itibariyle 4,4 gibi bir puanı bulunan bu film beni ne çok şaşırttı ne de çok üzdü açıkçası. O kadar alışmışım hayal kırıklığına uğramaya. O kadar alışmışım en kötüleri görmeye. Öyle ki, film bittiğinde hâlâ, “Olsun, Dreamcatcher gibi bir rezaleti de seyrettin,” ve “Misery ve The Green Mile’ı düşün,” gibi iki çelişkili düşünce çarpışıyordu kafamda. Sonunda filmin o kadar da şaşırtıcı bir rezillikte olmadığına karar verdim.