Bir Kıyamet Senaryosu Olarak Cep Telefonları: Frekans
Bir de şunu belirtmeden geçemeyeceğim, roman kurgusunda Frekans’ın yayılma şekli, kitabın yazıldığı dönem bakımından hayli mantıklıydı. Neticede 2000’lerin başlarında hepimiz “akıllı olmayan” telefonlarımızla ya konuşuyor, ya da mesajlaşıyorduk. Ancak 2016 senesine geldiğimizde, artık telefonlarla sürekli konuşan bir kitle kalmadığını görüyoruz. Evet, insanlar telefonlarına o zamanlara göre daha bağımlı bir hale geldi, öyle ki bir grup insanı birbirleriyle konuşmak yerine kafalarını telefonlarına eğmiş, boş gözlerle ekrana bakar, yüzleri yalnızca ekranın o hissiz ışığıyla aydınlanır halde gördüğümde hep Cell romanını hatırlarım. Ama Frekans sadece o an telefonda konuşan insanları vurmaya kalksa, bugün durumdan etkilenen insan sayısı, 2006’ya göre çok daha az (neredeyse yarı yarıya) olurdu, eminim.
Şimdi, kitabı okumamış olanlar için ufak bir özet geçmekte fayda var ama küçük bir hatırlatma yapayım: Film ve kitap arasında epeyce farklılık var, KİTABI MUTLAKA OKUYUN. Filmi seyretmeseniz de (hatta seyretmenize pek gerek de olmayabilir) mutlaka kitabı okuyun. En azından şunu söyleyeyim, asla kitabı okumadan, tek başına filmi seyretmeyin, işte o zaman çok üzülürsünüz. Kitap, son yazdığı çizgi romanıyla büyük bir başarı yakalamış Clayton Riddell’ın havaalanında, evine geri dönüşü enasında karısı ve oğluyla konuştuğu sahneyle başlıyor. Bir an Riddell’ın şarjı bitiyor ve telefonunu şarj edecek bir yer bulamıyor, tam da bu sırada etrafında telefonla konuşan insanlar birden kulakları sağır edecek tuhaf bir frekansla adeta sara krizi geçirircesine vahşi davranışlar sergilemeye başlıyorlar (Kitapta bu sahnenin havaalanı yerine Boston Common parkında geçtiğini belirteyim en azından). Daha sonra olaylar hızlı bir şekilde gelişiyor ve birkaç kanlı sahnenin ve birbirini yiyen insanların manzarasının ardından yeraltına, metroya inmeyi başaran kahramanımız, bir trenin içinde güvende olduklarını düşünen bir grup “normal” insanın arasına giriyor. Burada makinist Tom McCourt oradan ayrılmaları gerektiğini iddia ediyor ve birlikte Riddell’ın evine gidiyorlar. Boston sokaklarının adeta kıyamet sonrası bir manzaraya büründüğünü gören ikili eve giriyorlar ve biraz sonra üst kat komşularının kızı Alice kapılarını çalıyor. Annesini öldürmek zorunda kaldığını söyleyen Alica de onlara katılıyor. Ancak bir süre sonra Clayton Riddell, oğluna ve karısına ulaşmak zorunda olduğunu söylüyor ve yola çıkmak istiyor. Ona katılmaktan başka çare bulamayan Tom ve Alice’le birlikte Kent Pond’daki eve doğru yola çıkıyorlar.
Yolda sürüler halinde, adeta bir kovan mantığıyla hareket eden frekans almış insanları görüyorlar. Bu sürüler, insanın evriminin bir sonraki aşaması olarak görülecek biçimde hep birlikte ve aralarında geliştirmekte oldukları bir tür telepatik bağla, adeta tek bir göz, tek bir zihin halinde hareket ediyorlar. Yol üstünde uğradıkları yatılı bir okulda, hayatta kalmış olan tek öğretmen Charles Ardai ve tek öğrenci Jordan’la tanışıyorlar. Hep birikte bir şeyler yiyip sürü mantığı hakkında bir süre daha konuştuktan sonra Ardai onlara, zombilerin bir arada kalıp kendilerini “şarj ettikleri” futbol sahasını gösteriyor ve hepsini imha etmekten söz ediyor. Ancak imha etmenin, yakmanın, yok etmenin bu durum için geçerli çözüm önerileri olmadığı çok geçmeden anlaşılıyor. Çünkü normal olarak kalan herkesin rüyasında onlara görünen kırmızı kapüşonlu adam, hepsini Maine’de Kashwakamak Gölü civarındaki bir bölgeye çağırıyor. Tek bir frekansla yönetilen ve birer alıcı gibi davranan yepyeni ve çok daha güçlü bir ırkla mücadele halindeyken, hayatta kalan ekip Kent Pond’a ulaşabilecek midir?
Eh, sadece bu kadarını okuyunca bile birçoğunuzun kafasında “Ne kadar kötü olabilir ki?” ya da “Böyle bir senaryodan ne beklenir ki?” gibi sorular oluşuyordur. Önyargılardan kurtulmanız açısından filmi seyretmenizi tavsiye ederim. Ama lütfen, yukarıdaki uyarılarımı ihmal etmeyin ve romanı okumadan asla filmi seyretmeyin.
Şimdiden herkese keyifli okumalar, iyi seyirler dilerim.