Blade Runner 2049 – Bir Anti-Devam Filmi

Ve sonunda beklenen gün geldi, Blade Runner 2049, vizyona yılın filmi olma iddiasıyla girdi. 1982 yılında vizyona girdiğinde, ağır bilimkurgu fanları hariç iplenmeyen, ancak 10 yıl sonra bir külte dönüşen bir filmdi, Philip K. Dick’in Do Androids Dream of Electric Sheep? adlı öyküsünden uyarlanan Ridley Scott filmi Blade Runner. Film tarz olarak, 40 ve 50’li yılların Film Noir tabir edilen detektiflik filmlerine bir göndermeydi ve bu tarzın cyberpunk bir konu ve görsellikle buluşması ve içerdiği üst düzey Dick sembolizmi, film endüstrisine kalıcı bir iz bıraktı dersek yanlış olmaz.

Her popüler bilimkurgu filmi gibi Blade Runner’ın da bir devam filmi olasılığı, onlarca yıldır hem fanların, hem de Columbia’nın iştahını kabartmaktaydı. Ama Hollywood normlarına bu derece aykırı bir filmin hakkıyla devamının çekilememesi de ortak bir korkuydu. Tabii ki günümüzde artık eski filmlerin devamının ya da reboot’unun yapılması aşırı derecede yaygın bir durum ki Scott da bunun başlıca mimarlarından. İlginçtir ki Scott, bu sefer, hem de en sevdiği, en kendime ait dediği eserinin devamında, yönetmen koltuğunu bir başkasına devredecekti. Bu ismin, bir festival filmcisi olan Kanadalı Denis Villeneuve olması Blade Runner fanlarını gayet sevindirdi. Polytechnique ve Incendies’den beri takip ettiğim Villeneuve, çok çok iyi bir hikaye anlatıcı ama görsel estetik becerisini, sanat yönetimini bu derece sınayan işleriyle yoktu. Ama beklentilerimiz çok yüksekti.

Soldan sağa, Denis Villeneuve, Ridley Scott, Harrison Ford ve Ryan Gosling.

Bu yüksek beklentilerle vizyona girer girmez gördüğüm Blade Runner 2049’a dair izlenimlerimi, fazla lafı dolandırmadan ve önemli bir spoiler vermeden aktaracağım. Fakat önce filme henüz gitmemiş olanlar için iki başlık atayım:

Distopyaya Giriş: Sinemada Sansür Dönemi

Birincisi Blade Runner 2049 herkese göre bir film değil. Yaratıcılık sınırlarını zorlayan bir bilimkurgu, oya gibi işlenmiş bir öykü, nefis oyunculuklar ve diyaloglar ya da kaliteli bir aksiyon arıyorsanız, hevesiniz kursağınızda kalır. Blade Runner 2049, orijinalinin bence öne çıkan yanı olan duygu yansımaları ile ilerliyor ve nefis bir görsellikle bunu destekliyor.

İkincisi de, duymuşsunuzdur, Sony/Columbia, muazzam bir işgüzarlıkla, filmi ülkemize sansürlü soktu. Filme iki sahne, karakterlere zoomlanarak sansürlenmiş diye duyup gittim, ama durum bunun çok çok ötesinde. En az on sahne, pek çok da kesintiyle sansürlenmiş. Filmin görsel etkisi ciddi şekilde baltalanmış ki bu kadarı hayvanlıktan başka bir şey değil. Gidecekseniz dişlerinizi sıkmaya hazır olun.

Sansürlenen sahnelerden ilki.

Bunların haricinde ise Blade Runner 2049, orijinalinin noir – cyberpunk karışımı enfes estetik seviyesini, hem de kesinlikle taklide düşmeden yakalamayı başarabilen, hat safhada sembolizmle bezenmiş, harika bir film. Villeneuve, daha önce festival filmlerinde bile yapmadığı kadar sanatsal bir anlatıma abanmış ve başarılı da olmuş. Ama bu filmi bir şaheser olmaktan alı koyan bazı faktörler de var ve on yıl sonra bir Director’s Cut görmeyi can-ı gönülden isterim. 

Gözüme Tahta At Girdi

Bu faktörlerin en belirgini, Blade Runner 2049’un Villeneuve’ün kişisel oyun alanı ya da tablosu olmaması. Villeneuve’ün mainstream bir film çekme deneyimi yok gibi. Görece popüler filmlerinden Sicario ve Arrival bile hedef kitle gözetmeyen, kişisel filmlerdi. Bu durum yönetmenin özgürlüğünü bir miktar baltalamış görünüyor. Gişe beklentisi uğruna feda edilen bir anlatım söz konusu. Abanılmasa enfes duracak hikaye nüansları, embesil seyirci kitlesi anlasın diye bir sürü focus ve flashbackle yorulmuş da yorulmuş. 

Blade Runner

Ama yine de embesillerin zevk alacağı bir film de değil Blade Runner 2049 (sakın filmi beğenmeyen embesildir gibi bir anlam çıkmasın, yukarıda zaten filmi herkesin beğenmeyeceğini belirtmiştim), ana hikaye gayet basit ve bariz ama nedensellik hiç de öyle değil. İlk film ana hikayenin önemsizliği de dahil tam bir detective noir idi ama bu filmde yazar Hampton Fancher büyük oynamış. Küçük adamlar, farketmedikleri derecede önem taşıyorlar. Özellikle başrollerdeki K ve Deckard. Tabi bu plot, sadece istenen duygu durumunu yansıtmaya alet olmak üzere kurgulanmış. İnce işlenmiş senaryo, sürpriz twistler vs. bu filmin güçlü yanı değil. Bu da bana kalırsa kesinlikle Blade Runner ruhu ile uyumlu. İlk Blade Runner’ın konusu kabaca, “replicantlar kaçmış öldür”, “peki tmm” idi. Güzelleştiren şey, başta Deckard ve Roy olmak üzere filmdeki tüm karakterlerin ve olay örgüsünün filmin ana sorusunu sormak için kurgulanmış olmasıydı.

Az Çoktur

Blade Runner 2049’da da durum böyle, ancak ilk filme kıyasla daha ziyade, insan olmak nedir ya da yaşam nedir sorusunu değil, gerçeklik nediri sorguluyor. Bu yönelim değişimini taklitten kaçınması adına destekliyorum, bir de orijinal filmin üzerine kat çıkmadığı için memnunum. İki film, hala kendi başlarına iki ayrı film olarak kalmış. Yani Blade Runner 2049 bir devam filmi sayılmaz. Gerek hikaye evreni, gerek karakterler, gerekse ruh açısından orijinaline çeşitli selam duruşları var, ama bağlantı bundan ibaret. 

Öncelikle cyberpunk hikaye evreninden kıyamet sonrasına doğru hem konu, hem mekanlar, hem karakterlerin duygu durumu, hem de görsellik açısından ciddi bir kayış var. İki film arasında Blackout adı verilen bir olay yaşandığı ve pek çok kayıta ulaşılamadığı belirtiliyor (iki film arasındaki pek çok detaya değinmek adına üç de kısa film çekilmişti. Adları Blackout, Nexus Dawn ve Nowhere to Run olan bu filmleri YouTube’da bulabilirsiniz). Bu durumun Blade Runner 2049’u Deckard haricinde bir plot bağlantısı olmayan, özgür bir film kılmak için, özellikle yaratıldığını düşünüyorum. Zaten Deckard’ın varlığı da bence tamamen ticari bir karar. Bu arada Blade Runner 2049 temel olarak Director’s Cut ve sonrasını kabul ediyor, yani Deckard özel bir tür replicant ve bunu desteklemek için onun türünden başka uzun ömürlü replikantlar da hikayeye dahil edilmiş.

Bu kıyamet sonrası durumdan örnekler vermek gerekirse, replicantlar artık tüm dünyayı sarmış. Ana karakter K’in replicant olduğu bir sır değil. Filmde insan olduğunu bildiğimiz tek bir ana karakter var, o derece. Gördüğümüz diğer tüm insanlar, ya şehirdeki fukara halk ya da radyoaktif çöplük benzeri bir alanda yaşayan dışlanmışlar – ki bu da replicantların insanlara üstün geldiğinin bir göstergesi. İnsanların bu düşüşü, Vegas sahnesinde pek çok görüntüyle sembolize edilmiş. Replicantların görünüşte duygusuzlaştırılmış olması da farklı (ve mantıklı) bir dokunuş (özellikle K’in tatmin olduğunu gülümseyerek değil, karları hissederek anlatması güzel bir semboldü). Artık replikantlar “insan mıyız?” değil, “ne olmuş insan değilsek?” sorusunu soruyor daha ziyade. 

Hissediyorum, Öyleyse Varım

Bunun getirdiği keskin duygu durumu değişimi de göze çarpıyor. İlk filmde replikantlar ezilmiş, sinmiş, mevcudiyetlerini kabul ettirmeye çalışan durumdaydı ve teknofobik ve bencil insanlar, yüksek egoları ile buna asla izin vermeyeceklerinin altını çiziyordu. Blade Runner 2049’da ise ego bir replicanta atanmış ve artık insanlar bir var olma savaşı içerisindeler. Artık teknofobileri vücut bulmuş durumda.

Filmde tüm bu seçimlerin altında yönetmen ve yazarla birlikte, yapımcı Ridley Scott’ın da imzası olduğu izlenimi oluştu bende. Malum kendisi cesur bir abimiz ve kimi zaman farklılık adına farklılık oluşturmayı sever, bolca risk alır. Diğer filmlerde görece başarılı ya da başarısız olduğu olmuştu, ancak hiç ketum davranmayacağım, Hollywood’da remake, reboot ve devam filmlerinden gına gelmiş dev bir kitle var ve ben bu farklılaşmayı destekleyenlerdenim. Blade Runner 2049 bunlardan hiç biri değil.

Haçan Ne Dövüşeysunuz?

Filmde çarpıklıklar da yok değil. Verilmek istenen mesajdan gayrı, bunları mantıksızlık olarak görürseniz keyfiniz kaçabilir. Öyle ki, filmin antagonisti ile protagonistinin (ve diğer tüm replicantların) nihai hedefi aynı. Mücadele sanki daha ziyade bunu gerçekleştirenin kim olacağını belirleme üzerine ama film bunu bariz bir şekilde sunmuyor. Herkes konunun kendi değil tüm replicantlar olduğunu özenle bildiriyor, ama biri daha egosantrik, o kesin.

Bir diğeri de dünyayı kukla gibi oynatıyor efekti verilen Wallace Corp’un bilgi toplamak için son derece konvansiyonel yöntemlere baş vurması. Gerçekçi değil, ama ben de bir bilişim savaşı izlemek istemezdim doğrusu; öyle olsaydı film hepten Matrix’e bağlardı.

Matrix demişken, filmin kesinlikle kurgusal anlamda böyle bir yönelimi var; bir sonraki filmde Matrix’e (ya da Terminator’a) bağlanacakmış gibi duruyor. Hatta filme elde ettiği gişe başarısına göre pek çok devam filmi planlanıyor (ama bence gerek yok) ve bunun için filmin ucu açık bırakılıyor.

Wallace’ın uçangözleri de iyi bir dokunuştu.

Matrix ya da Terminator demişken sadece hikaye evreni anlamında diyorum; sakın aksiyon anlamında düşünmeyin, zira filmin aksiyon dozajı ilk filmin de altında (ve bence bu harika). Üç – beş silahlı çatışma, bir kaç da yumruk kavgası, bu kadar. Ve bu sahneler de kesinlikle odak noktası değil, özensiz ve (olabildiğince) doğal. Beklentiniz varsa kapıda bırakın.

Romantik Odun

Oyunculuklarda da cesur seçim ve ikilemler mevcut. Ciddi rollerinde muvaffak olamayan Gosling (bu seçimi duyduğumda irkilmiştim), Blade Runner K rolünde bir kaç sahne hariç hiç sırıtmamış, üstelik yönetmen onu olmadığı bir role büründürmeye de çalışmamış. Aslında bu bütün oyuncular için geçerli. Leto Leto gibi, Ford Ford gibi, Wright Wright gibi oynuyor. Bu da rollere son yıllarda alışık olmadığımız bir doğallık katıyor.

Yanlış anlama olmasın, demek istediğim Gosling hala aynı odunlukta, hele Ford, 20 yıldır artan tutukluğunu aynen devam ettiriyor, o derece ki Ford, yönetmen bazı sahnelerde diyalog vermemiş gibi susuyor ama bunlar filmi bozmuyor. Leto ise sevdiği tanrı kompleksli sadist ruhu canlandırıyor. İncil alıntılarıyla da kendisini gelen çağın habercisi / peygamber ilan ettiğini net şekilde görebiliyoruz. Ben sanki oyuncular karakterlerini bir dereceye kadar kendileri yaratmış kafasıyla izlediğim için hiç bir oyunculuk bana batmadı. Ana de Armas’ın canlandırdığı Joi karakterinin varlığı, biraz Her filmini hatırlatan ince bir dokunuş.

Joi, film boyunca K’e adeta “senden kötüsü var, yat kalk dua et” diyor.

Ancak ilk filmin pik noktaları olan müziklerin eksikliğine değinmeden edemeyeceğim. Hem de iki iddialı isim olmasına karşın. Bir kere Zimmer’in ismi var ama kendisi yok. Wallfisch’inse daha ziyade atmosferik melodilere yönelmiş olması, o atmosferin karanlıklığı ile birleşince fütüristikten ziyade gerilim filmi müzikleri hakim olmuş. Villeneuve ise etkiyi müzikle değil sessizlikle yakalamayı tercih etmiş. Hata diyemem ama ilk filmden miras kalması gereken tek öğe seç deseler, Harrison dedeyi değil müzik tarzını seçerdim.

Görsel Sanat

Film görsel teknik olarak beni inanılmaz tatmin etti. Manzaralar, yaratılan yeni dünya, belki daha önce görmediğimiz şeyler değil ama çok ince düşünceler içeriyor. Pratik efektlerin pek çok noktada CGI’a tercih edilmiş olması da bir artı. Villeneuve 3D’yi çok dozunda ve destekleyici bir görsel öğe olarak kullanmış, film boyunca bana doğru atılan tek obje, zevksiz banka reklamında Cem Yılmaz’ın attığı yoyo idi. Ayrıca tasarımlara değinmeden geçmeyeyim; son yıllarda bilimkurgu filmlerinde tasarım adına orijinalliğe çok hasret kalmıştım. Blade Runner 2049 bu anlamda bana soluk aldırdı. Tasarımlar gerçekten orijinal filmden 30 yıl sonrasını başarıyla yansıtıyor.

Dediğim gibi Blade Runner 2049, orijinalinin kült statüsüne son derece yakışan, Blade Runner fanlarını büyük oranda memnun edecek bir film. Kesinlikle herkese göre bir film değil, bu yüzden eğer kendinizi mecbur hissetmiyorsanız bekleyip sansürsüz bir biçimde, mümkünse 3D bir TV’de bluray’de izleyin. Yiyeceğiniz her hangi bir spoiler kesinlikle filmin tadını kaçırmayacaktır, bu öyle bir film değil.

Yorumlar