Bumblebee: Bir Transformers Filminden Fazlası

Bumblebee, bir Transformers filminden beklenmeyecek sessizlikte vizyona girdi. Elbette bu durum filmi Michael Bay’in çekmiyor oluşu ve Transformers etiketini de taşımıyor oluşunun bir sonucu. Bu yüzden izlemeseniz de olur gibi bir algıya sakın kapılmayın çünkü bu belki de izlenebilecek tek Transformers filmi olabilir. Biraz iddialı gibi durabilir bu cümle ancak Transformers filmlerinin gerek eleştirmenler gerek de seyirci nezdinde bıraktığı acı bir tat olduğu inkar edilemez. Her ne kadar sadık fanları ve blockbuster sinema severler için birer nimet niteliğinde olan filmler olsalar da Michael Bay’in abartılı hikaye anlatma metodu ile geçmişte görsel bir gürültü ile karşı karşıya kaldığımızı söylemek yanlış olmayacaktır.

Rotten Tomateos’a 13 eleştiri üzerinden 100 puan ile giren ve an itibariyle 93 puanda olan bir Transformers filmi kimsenin beklemediği bir şey. Metascore gibi puan vermekte cimri bir sitede bile −Wonder Woman gibi bir filme bile 77 vermelerinden anlayın durumu− 70 puana ulaşmak üzere olduğunu düşünürsek ortada ciddiye alınması gereken bir film olduğunun farkına varabiliriz. Ben filmi cuma günü izleme şansı buldum ve açıkçası karşılaştığım sonuç beni bile şaşırttı. Peki bu filmin öncüllerinden farkı nedir? Yazının devamı film hakkında spoiler içereceği için tadınız kaçmasın diye uzak durabilirsiniz ancak “Transformers’ın spoilerı mı olur? Sen beni ikna et yeter!” diyorsanız devam etmenizi ısrar edeceğim.

İlk olarak bu filmin gerçekten çok eğlenceli olduğunu dile getirmeliyim. Elbette vaat ettiği yegane şey bu değil. Bu film içinizi ısıtan, hani eskisi gibi tatlı filmler yapmıyorlar diye şikayet edenlerin imdat çığlığını duyan cinsten bir film. Özellikle 80’lerde çocuk olanları kalbinden vuracak, sizi çocukluğunuza götürecek veya onu hatırlatacak türden bir film. Bütün bunların gerçekleşmesini sağlayan şey ise doğru yönetmen tercihinde yatıyor. O yüzden biraz size Travis Knight isminden bahsetmek istiyorum.

Yönetmeni Tanıyalım

Travis Knight, sinema ile olan ilişkisine genç yaşlarında yaptığı stop-motion animasyon filmleri ile başlıyor. Yaklaşık yirmi yılı aşkın kısa animasyon filmleri yapıyor. 2000 yılında televizyon için orta halli animasyon işlerinde çalışıyor. 2009 yılında ise Nightmare Before Christmas filminin de yönetmeni olan Henry Slick’in baş animatörü olarak görev aldığı, “Caroline,” filmi ile sektör içinde ismini duyuruyor. İnanılmaz başarılı bir stop motion örneği olan bu film ile birlikte Paranorman, The Boxtrolls ve Kubo gibi oscar adaylıkları almış stop motion animasyon filmlerinde baş animatör olarak çalışıyor. Neredeyse kariyeri stop motion yaparak geçen bu adamın ilk uzun metraj yönetmenliğini Transformers gibi bir marka altında yapması ilk başta büyük bir risk olarak gözükebilir, ancak yönetmenin gerçek olana hayat vermek konusunda bir uzman olduğunu ve köken olarak oyuncak olan bu varlıklara ruh üflemek için çok doğru bir seçim olduğunu belirtmek istiyorum.

Daha önce animasyondan, live action filmlere geçen başka yönetmenlerin de büyük başarılar yakaladıklarını gördük. Pixar animasyonları ile kariyerine başlayan Brad Bird’in Mission Impossible: Ghost Protocol ile seriyi çok farklı bir kulvara soktuğunu; The Lego Movie ile adını duyuran Phil Lord’un da 21 Jump Street filmi ile ortaya çıkardığı iş ortada. Elbette animasyonun ismin önüne geçtiği bu şahıslar seyirci tarafından bilinmese de sektör tarafından birer hazine olarak görülüyor ve böylesi arka plan işlerde elde ettikleri yaratıcı özgürlükle olağanüstü sonuçlar ortaya çıkarabiliyorlar.

Böylesi umut vaat eden bir yönetmen de sahip olduğu sinema aşkını hikaye anlatma için başarılı bir araca dönüştürüyor. Yukarıda da belirttiğim gibi Michael Bay’in çocukları niteliğinde Transformers filmleri. Ancak reklam sektöründen gelen Bay’in hikaye anlatırken abartılı efektler kullanması −özellikle patlamaları ile ünlüdür− Megan Fox gibi oyunculuktan çok görselliği ile öne çıkan isimleri vitrine koyması, garanti tutan formüllere oynaması gibi etkenleri düşündüğümüzde geçmişte Transformers filmlerinin uzun metraj −gerektiğinden de uzun− birer reklam filmleri olduğunu söylemek çok da yanlış olmaz (Nihayetinde Hasbro firmasına oyuncak sattırıyorlar).

Ne Anlatıyor Bu Film?

Bir çocuğun veya bir koleksiyoncunun mevcut figüre biçtiği değer ve önemi hiçe sayıp işin tamamen reklam kokan hareketlere dönüştürülmesi günümüz sinemasının belki de en büyük problemi. Metalaştırma dediğimiz bu olgu başka bir yazının konusu elbette, ancak gişe sinemasının da tamamen bunun ekmeğini yediği gerçeğini inkar edemeyiz. İşte Bumblebee böyle bir film değil. Size şaşalı robotların efekt bulamacına dönüşen güreşlerini izletmiyor, bir hikayesi, bir derdi var ve size dokunmak, bir şeyler anlatmak istiyor. Burada amaç bir şeyler sattırmaktan çok sinema yapmak. Günümüz seyircisi de onu ciddiye alan işleri en başından anlıyor ve gerekli önemi veriyor. Bumblebee belki Venom gibi bütçesinin çok üstünde bir gişe rakamı çıkaramayacak ama kalbini kazandığı izleyicisine verdiği ilham ile çok daha duygulu ve yaratıcı işlerin açığa çıkmasını sağlayacak.

Filmin hikayesine basitçe değinirsek: Babasını küçük yaşında kaybetmiş eski bir dalgıç olan genç Charlie, yaşının sorunlarıyla yüzleşmektedir. 1987 tarihinde geçen hikayede Charlie’nin hayatı sahip olduğu bir arabanın bir Autobot olduğunu öğrenmesi ile değişecek ve ikili bu hayata dair beklentilerini paylaşıp, kendi gayelerine ulaşmak için eğlenceli bir serüvene atılacaklar.

Geçmişte Spielberg veya Tim Burton sinemasında sıkça gördüğümüz, olağanüstü bir şeyle karşılaşan çocuğun fantastik macerası teması bu filmde mükemmel işliyor. İlk Transformers filminde de benzer bir metot izlenmiş ancak 2000’lerin aşırılıklar dünyasında çok da parlayamamıştı. Ancak 80’lerin o renkli ve punk dünyası hikayenin işlemesinde büyük rol oynuyor. Zaten Bumblebee’nin sesini kaybettiği için- filmde sesini kaybettiği anı da görme imkanına sahip oluyoruz- bir radyo aracılığı ile iletişim kurduğunu düşünürsek ve dönemin müziklerini de hesaba katarsak ortaya çıkacak eğlenceli sonucu da tahmin edebilirsiniz. Elbette bu durum soundtracklere de olumlu yansıyor. Guardians of the Galaxy’i kıskandıracak seviyede müzikleri ile sizi çok tatlı bir atmosfere sokacağını garanti ediyoruz. Özellikle The Smiths aşıkları bu film tamamen size hitap ediyor.

Aksiyonu Azalt, Klişeleri Kır, Hikayeni Anlat

Filmin artı hanesine yazılacak bir diğer şey de karakter kökenlerine olan aşırı saygısı. Şahsen Transformers çizgi dizilerini izlerken çok küçüktüm ve çoğu detayı güçlükle hatırlıyorum. En yakın zamanda tekrar seyir ile bu açığımı kapatacağım ancak yaptığım araştırmalar neticesinde, Bumblebee’nin oyuncak orijini ile filmin paralel ilerlediğini hatta Bumblebee ve Soundwave arası rekabete bile inceden değinildiğini dile getirmeliyim. Tasarımların da Michael Bay’in karmakarışık, ne yaptıkları belli olmayan hallerinden uzaklaşıp, klasik tasarıma dönüştürülmesi sade bir tazelik getirmiş diyebiliriz. Umarım bu şekilde yola devam ederler çünkü öbür türlü aksiyondan da çok bir şey anlamıyorsunuz.

Filmin belki de en çok eleştirileceği nokta aksiyon dozunun azlığı olacaktır ama filmin derdi bu değil. Transformers seyircisi buna alıştırıldığı için çoğu izleyici için sıkıcı sonuçlar doğurabilir ama böylesi gerçekten daha doğru geliyor bana. Ayrıca final aksiyonunda ilk defa bir Transformers kapışmasından bir şey anladığımı dile getirmeliyim. Kim kime vuruyor net seçilebiliyor oluşu da yönetmenin başarısı olsa gerek. Belirtmeden de edemeyeceğim filmde klişe kıran da çok fazla sahne var. Sonu bile büyük oranda ‘mutlu son’ yapısına tatlı bir eleştiri olmuş denilebilir.

Filmin oyunculukları arasında öne çıkan yegane isim olarak başrol Charlie’yi canlandıran Hailee Stainfeld’i görüyoruz. Şarkıcı bir yönü de olan Hailee ilk bakışta bir Disney kızı gibi gözüküyor ancak gerçek hayatında da takip ettiğim bu kadının içten ve eğlenceli bir karaktere sahip olduğunu dile getirebilirim. Film içinde bir şarkı seslendiren oyuncu gerçekten duygu verme konusunda mükemmel bir iş çıkarıyor. Ender’s Game filminde de başrole arka çıkan kız olarak izlemiştik kendisini, bu sefer başrolde oluşu ve 80’ler asi kızı imajı ona çok yakışmış ve filmin başarısında büyük bir rol oynamış. Öte yandan Bumblebee’yi de sağlam bir fan kitlesi olan Dylan O’Brien’ın seslendirdiğini dile getirmeliyim. Kendisini Maze Runner serisinden veya Teen Wolf dizisinden hatırlayabilirsiniz. Onlar dışında John Cena, Amerikan Güreşinden oyunculuğa geçen aktörler arasına adını rahatlıkla yazdırabilir çünkü rol yaparken sırıtmamış. Elbette Peter Cullen’ı yine Optimus Prime’ı seslendirirken duymak yüzümüzü güldürdü. Kısa da olsa varlığıyla sizi daima iyi hissettiren bir karakter.

Bumblebee

Sadede Gelirsek

Bumblebee bir Transformers filminden çok daha fazlası. Hatta serinin diğer filmlerini izlerseniz bu filmden sonra diğerlerini izlemek isteyeceğinize eminim, ancak öncekileri izleyip bu filmi izlediğinizde alıştığınız şeyleri görmediğiniz için hayal kırıklığı da yaşayabilirsiniz. Yukarıda da sıklıkla vurguladığım gibi bu hikayesi anlatma derdinde olan bir film ve bu yüzden diğer Transformers filmlerinden ayrılıyor. İsminde Transfomers geçmemesi de bu açıdan iyi düşünülmüş çünkü o deviri kapatan bir yapıya sahip. Yönetmenin bu film ile elde ettiği sonuç ile Guardians of the Galaxy Volume 3 için konuşulduğunu da belirtmek isterim. Umarım daha sık filmlerini izleme şansımız olur.

Bumblebee’ye bir şans verin çünkü artık size sarılan, sizi sıkı sıkı kucaklayan, kalbinize dokunan o güzel filmlerin yapıldığı maddeden. Hayal kırıklığına uğramayacaksınız, iyi seyirler.

Yorumlar